30 Kasım 2012 Cuma

GELİNLİK




Ay Şekerim ne zor şeymiş şu gelinlik bakma-beğenme-beğenmeme-beğenip beğenmeme arasında kalma-beğenme ama pahalı bulma-beğenmeme ama bütçeye uygun olma-sonunda bütün gelinlikleri birbirine benzetme-giydirme çıkarma-fikir beyan etme-vebal altında kalmama- vs vs işleri!..

Bu yollardan geçenler eminim ki yukarıda saydığım maddelere çok daha fazlasını ekleyebilirler.

Peki ben neden gelinlik baktım?
Çünkü ofisimdeki arkadaşım Haziran ayında evleniyor ve kendisine ''gelinlik'' cehenneminden çıkabilmesi için elimden geldiğince yardımcı oluyorum.

Şu an ayaklarım ağrıyor mesela... Hayır yani girdiğimiz de 4 mağazaydı topu topu! Bu rakam pekala daha fazla olabilirdi. Allah, gelin adaylarına yardım etsin!

Bir de şu var tabii. Cebindeki para! En sıradan gelinlikler bile 2.500 TL.den başlıyor! Herhalde terzilik kursuna yazılsam, bitirsem, kumaşını-ipini-malzemesini her haltını ben alsam ve kendim diksem bu kadar masraflı olmaz!

Yani gelinliklerin bu denli pahalı olmasındaki mantık: Almaya mecbursun kardeşim. 2 saat - 3 saat neyse ne, sen bunu giyineceksin pekala. Ay şekerim insan ömründe bir defa yaşıyor bunu, kıyıvereceksin paraya, değer değeeer.

Yazık günah derler, acıyın adama derler, bir defaya mahsus diye insanların 1 aylık-2 aylık maaşlarına sebep olmayın derler. Ama satıcılar tınlar mı? HA YIIRRRRRR!..

Şimdi gelelim bana.

Arkadaşımla gelinliklere bakarken tabii ki ben de bazılarını gözüme kestirdim. Mesela üstteki sade gelinliğe benzeyen bir gelinlik beğendim. Çok sade idi, aynen yukarıdaki gelinlik gibi işlemesiz, taşsızdı amaa arkasından öyle güzel bir kuyruk bel kısmından yere uzanıp sonra yukarı dönüp kollara bağlanıyordu ki tek süsü de buydu. Zaten özel tasarımmış. Benzeri de yokmuş. En güzel tarafı ise 1.000 TL. olmasıydı; yani beni alan yaşadı! ;) İçimden şu geçti: ''Annem bu sade gelinliği seçtiğimi görse 'ne bu böyle yaşlı işi!' der kızar.''

Eve gelir gelmez anneme anlattım beğendiğim gelinliği ve anneme dair düşündüklerimi. 

Annemin yanıtı: '' Sen yeter ki evlen de...'' oldu :)

Hadi bakalım, evlenmemiş olanlara Hayırlı Kısmetler...

KAYIP GÜL (Serdar Özkan)



Okuduğum için mutlu olduğum kitaplardan biri oldu. Uzunca bir süredir kitaplığımda duruyordu. Kardeşimin, Kayıp Gül' ü beğenmemesi benim de kitaba ön yargı ile bakmama neden oldu. Ama kaç zamandır da aklımdaydı; kitaplığımın rafından göz kırpıp duruyordu. Üzerinde yazan ''31 dilde, 40'ı aşkın ülkede'' ifadesini abartılı bulmuş ve kitaptan uzaklaşmıştım. Neyse... Demek ki her şeyin olması gereken bir zaman varmış. Varmış ki bu kitabı elime yeni almışım. Ve iyi ki de 'yeni' olmuş. Çünkü; bir süredir hem kendi iradem ve seçimimle hem de kendiliğinden karşıma çıkar vaziyette -ki aslında ''kendi iradem ve seçimim'' dediğim şey de aslında benim iradem ve seçimim gibi görünmesine rağmen , benim dışımda bana sunulan şey- benzer konular, düşünceler etrafında dolaşmakta, dolaştırılmaktayım. 

Şimdi bu kitabı okuyanlar belki de bu yazdıklarımı abartılı bulacaklar ama aynı nesne, aynı kişi, aynı olay, aynı durum; bakan kişilerin yaşayışlarına, hislerine, düşüncelerine göre şekilleniyorsa, kimilerine 'basit' gibi gelen bu    kitaptaki anlatımın da, anlatılanların da kişileri farklı iklimlere sürüklemesi normal karşılanmalı.

Yani ben, bu kitabı beğendim ve halen okumamış olanlara da tavsiye ederim.

Lafı çok uzattım. Yukarıdaki konuya ayrı bir yazımda daha detaylı değineceğim. 

....................................................................................................................................

Gelelim kitapta altını çizdiğim, beğendiğim, edebi bulduğum, sanatsal bulduğum, doğru bulduğum; kısacası burada yazmaya değer bulduğum cümle, bölüm, paragraflara:

Elindeki şarap bardağındaki son yudumu içip bardağı yere attı. İkinci şişeye uzanmak için gücünü toplamadan önce, bir an gözlerini az önce bitirdiği şişeye çevirdi. ''Biliyor musun,'' dedi şişeye, ''sen bana çekmişsin. Tükendiğin halde, utanmadan ayakta durabiliyorsun hala.''

''Descartes gibi insanlar, giydikleri kumaş parçalarına değer kazandırıyorlar. Bir de tam tersini düşünsene.''
''Ne gibi?''
''Kumaş parçalarının insanlara değer kazandırdığını.''

Kendini özel hissetmek için ihtiyacın olan tek şey, kendinsin.

Oysa soru varsa, cevabı da olmalıydı. Soru benimle ilgiliyse, cevabı da bende olmalıydı.

''Annenin varlığını hissediyorsun, demek ki o var.'' (Annesi ölmüş olan Diana' ya bunu söylüyor.''

''...seni ararken geçtiğim dönemeçlerle, Tanrı'yı ararken geçtiklerim arasında büyük benzerlikler var.'' (kaybettiği annesine yazdığı mektuptan)

Ben büyüdükçe Başkalarının bana olan ilgisi sürekli artıyordu. Beni çok beğeniyorlar ve ne yazık ki bu gerçeği benden hiç saklamıyorlardı. ''Ne yazık ki,'' diyorum çünkü zamanla onların bana olan beğenisinin ve benim bu beğeniyi koruma arzumun, beni en büyük düşümden, seni arayıp bulmaktan alıkoyduğunu düşünecektim. (bunu yine annesine söylüyor görünüyor ama bence ve tabii ki '' Allah'ı arayış '' ı kast ediyor.)

Sanki aynam kırılmıştı da, kendimi görebilmek için Başkalarına bakmak zorunda kalmıştım. Sürekli onlarla bir arada olmak istiyordum ki, ne zaman ''Gerçekten özel miyim?'' diye sorsam, onların hiç değişmeyen cevabını duyabileyim:''Evet, çok özelsin. Bu dünyada bir eşin daha yok!'' Sürekli aynı soruyu sormaktan ve aynı cevabı duymaktan kesinlikle bıkmıyordum. Deniz suyu içen birinin susuzluğunun artması gibi, duyduğum övgüler de bende sadece daha fazlasını duyma ihtiyacı uyandırıyordu. Daha kötüsü, Başkalarının onay ve takdirlerini kaybetmemek için sürekli onların beklentilerine cevap vermek zorunda kalıyordum. Ben artık ben olmaktan çıkıp Başkalarının istediği ben olma yolunda hızla ilerliyordum. Bir Başkası olma yolunda. Ama bir süre sonra, düşlediğimi değil de, Başkalarının benim adıma seçtiği hayatı yaşayarak mutlu olamayacağımı anladım. Bu gerçeği anlamamı sağlayan, yine, sesi her geçen gün daha az duyulur hale gelen kalbim oldu. Kalbimin, ''Mutsuzsun, Mary!'' diye haykırışını ince bir fısıltı olarak duymuştum. Haklıydı kalbim. En büyük düşümü terk ettiğim, seni aramaktan vaz geçtiğim için kendime o kadar kırgındım ki, artık ne Başkalarının beğenisinden, ne de onların her yanımı kuşatan ilgisinden haz alabiliyordum. Ama ne ilginçtir ki, sonunda mutsuzluğum, dibe vuruşum, bana seni aramayı sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğum gücü verdi.

''Resim yapıyordum zaten, sorun zamansızlık değildi. Sorun, yaptığım her yeni resmin bir öncekini aratıyor olmasıydı. Sonuçta, ben de her ressam gibi, tuvale içimi boyuyorum. Bu boyanın her geçen gün solgunlaştığını fark etmeye başlamıştım. Eski renklerim için ayrılmak zorundaydım kısacası.''

''...Sen göstermezsen, sende ne olduğunu ne bilecek?''

Kız olsun erkek olsun, arkadaşlarının çoğu, geride bıraktıkları ilişkiler sonrasında, haksızlığa uğrayanın hep kendileri olduğunu savunuyorlardı. Nedense herkes sevgilisini çok özel bir şekilde severken, sevgilisi ona aynı  şekilde karşılık vermiyordu.

Bağlanabilmek için önce bağımsız olmak gerekir.
Oysa insanların çoğu, yeni ilişkilere eski bağlarla geliyorlardı. Geçmişten taşıdıkları ister güvensizlik, ister anlaşılamamak, isterse de çevrelerine ördükleri savunma duvarları olsun, her bağ yeni ilişkiyi özgürce yaşamalarını engelliyordu. Daha önceki ilişkilerinde haksızlığa uğradıkları konusunda belki haklıydılar ama, haksızlık edenin karşı taraf değil de, bir türlü bırakamadıkları 'geçmişleri' olduğunu göremiyorlardı.

''Zaman ileriye doğru akıp gittiği sürece, büyülendiğimiz 'gelecek' el değmemiş 'geçmiş'ten başka bir şey değildir.''

''Okyanusta, güneşin ve rüzgârın tadına vararak mutluluk içinde yol alan bir dalga varmış...Çevresine gülücükler saçarak hızla akıp gidiyormuş karaya doğru. Ama bir süre sonra, önündeki dalgaların birer birer kıyıdaki dev kayalara çarptıklarını fark etmiş. Dehşete kapılmış. ‘Aman tanrım! Benim sonum da aynı onlarınki gibi olacak. Yok olup gideceğim birazdan,’ diye ağlamaya başlamış. Onun yanından geçen başka bir dalga, bizim dalganın hâlini görünce sormuş: ‘Ne oldu sana böyle? Niçin bu kadar üzgünsün? Bak, hava ne kadar güzel, güneş, rüzgâr, martılar...’Bizimki cevap vermiş: ‘Önümüzdeki dalgaları görmüyor musun, sen? Hepsi büyük bir hızla kayalara çarpıp yok oluyorlar feci şekilde. Birazdan biz de onlar gibi bir hiç olacağız!’ ‘Hayır, yanılıyorsun,’ demiş öbür dalga. ‘Bir dalga değilsin sen, okyanustan bir parçasın. ' ''


Loreena McKennit'in ''La Serenissima'' adlı eseri (Türkçesi ''en huzur dolu'' demek; okurken dinleyin, gerçekten de huzur dolu ve hemen dile dolanıyor, kulakta yer ediniyor.)




''Mary, bana dön!''
''Neredesin anne?''
''Sen beni hiç kaybetmedin; her an seninleyim.''
''O zaman seni niçin göremiyorum?''
''Çünkü sen benimle değilsin.''
''Peki seninle olmayı nasıl başarabilirim?''
''Beni kendinde gör.''
''Bunu beceremiyorum.''
''Öyleyse hediyelerimde gör beni.'' 
(Mary, annesi ile konuşur görünüp aslında Tanrı'yı ararken...)

''Kaybettiğini zannetmemek için, sende olanı ötende arama.''

''Orası bana çok uzak, aramızda koca bir okyanus var; hem ben yüzme bilmiyorum ki.''
''Korkma, sadece yürü. Eğer yükünü bırakırsa, su seni taşır!''
''Benim yüküm yok ki.''
''Suyun seni taşımayacağını düşünmen ağır bir yüktür. Şimdi onu bırak ve yürü.''


''Ama sen gideceksin. Çünkü kendini kalmaya ikna edemediğin için yanıma geldin.''

''Annen sana her şeyle sesleniyor, ama sen bunun farkına ancak Sokrates'i dinledikten sonra varacak ve annenin sesini duyabileceksin.''
(Sokrates, bir gülün adı.)

''Aslında 'gerçek' dediğimiz şeyler de inanılmaz değil midir zaten? Ayaklarımızın altında olduğu yerde durup duran Dünya'nın, esasında bir uçağın süratinden onlarca kat daha hızlı dönmesi örneğin...''

''Babanı aramayı ve ona kavuşacağını hayal etmeyi ne zaman bıraktın? Onu bulabileceğin bir yer olmadığını kim öğretti sana?''

''Hayatın değerini en iyi anlayanlar kimlerdir biliyor musuni Diana?''
''Ölümü tadanlar...''

''Düşler, gerçekleşecek olanın mayasıdır.''


''Bahçeye adım atarken amacın neyse, ancak onu elde edersin. Bahçede ne yaptığımız değil, yaptığımızı 'ne için' yaptığımız önemlidir. Yani senin bahçedeki niyetin, güllerle konuşarak başka insanlardan farklı olmaksa, ne yazık ki sadece kibir kazanırsın. Amacın sadece gülleri duymaksa, gülleri duyarsın. Bunun ötesinde, eğer bahçeye Mary gibi, anneni güller vasıtasıyla duyabilmek için girmişsen, o zaman da anneni duyarsın. Hepsi bir yana, eğer istediğin bir süreliğine değişik bir şeyler yalayıp sadece eğlenmekse, o da mümkün.''      


Cat Stevens'ın ''Morning Has Broken'' şarkısı



Rachid Taha'nın ''Ya Rayah'' şarkısı



''Herhangi bir kesir ele alalım, 1 bölü her hangi bir sayı... 1 sayısını böldüğümüz rakam büyüdükçe, cevaptaki 1'in önünde yer alan sıfırların adedi de artar. Yani eğer 1'i sonsuza bölersek,1'in önünde sonsuz sayıda sıfır yer alır. Böylece cevap, sıfır nokta sıfır sıfır diye sonsuza kadar sürüp gider. Ama biz hiç görmesek dahi, cevabın en sonunda mutlaka bir '1' rakamı vardır. Cevap sıfır, ama sonsuz kadar ötede de olsa, '1' ile biten özel bir sıfır. İşte bu çok önemli. Çünkü bu cevap, bir yandan bize, tahmin yürüterek güllerin söylediği şarkıyı bilme olasılığımızın sıfır olduğunu söylerken, öbür yandan da, şarkının ismine erişmenin imkansız olmadığına işaret ediyor.''  

''İmkansızı gerçekleştiren mucizeler değil, sürekliliktir. Suya sarp kayaları deldiren de budur. 21. yüzyıl insanına gülleri duyuran da..... eğer hiçlik yolunu sonsuza dek takip edersek, o 'Bir' e mutlaka ulaşırız.''  

''Eğer cevabın, 'Güller konuşamaz,' ise, bu da güzel, bunun için seni kimse ayıplamaz. Güllerin konuştuğuna inanmayanlar olmalı ki, güllerin konuştuğuna inananlar olabilsin... Gündüz, gece var olduğu için vardır; gece de gündüz var olduğu için. 'Gece mi daha güzel, gündüz mü?' diye sormak yerine, sen hangisinde yaşıyorsun kendine bunu sor.''

''Bir düşün, güllerin şarkı söylediğine inanan biri için hangisi daha keyifli olurdu? Uyumak mı? Yoksa onların şarkı söyleyişlerini duyma ümidiyle uyanmak mı?''

''Ama güllerin şarkı söylediğine inanman, hangi şarkıyı söylediklerini bilmene yetmiyor tabi ki. Doğru şarkıyı bilmenin sadece iki yolu vardır: Ya onları kendin duyacaksın ya da onları duyan birine inanacaksın. Tabi en güzeli, gülleri kendin duyabilmendir. İlahi bir sese sahiptirler. Seni senden alır, uzaklara götürür ve gül kokusuyla getirirler geriye. Üstüne güllerden sinmiş bir koku değildir bu. Gül kokusu artık senin içinden çıkıyordur. Gülünden sorumlu olmanın ne anlama geldiğini öğrenmişsindir çünkü.''    

''Tanrı annesinden haber bekleyen temiz kalpli bir kızı cevapsız bırakmaz. Yarattığı kullarını kendilerinden ve Kendisinden habersiz bırakmayacak kadar yücedir O... Kimi insanlar, Tanrı'nın, gündelik meselelerimizle ilgilenmeyecek kadar büyük ve yüce olduğuna inanırlar. Oysa O, büyük ve yüce olduğu için bizim en küçük meselelerimizle dahi ilgilenir. O,bizimle ilgilenir, hem de en güzel şekilde ilgilenir. ... Her birimizle ayrı ayrı, her birimizle özel olarak. O her an bizimledir; ama bunu hissedebilmemiz için, bizim de O'nunla olmamız lazım. ''

''O'na dua ettim, yalvardım, ama bir cevap alamadım.''
''O bizi cevapsız bırakmaz, Diana. Ama cevaplarını farklı yollarla iletebilir. Bazen bir rüya, bazen bir gül, bazense bir anne aracılığıyla... Bazen de bir dilenci.''

''Tanrı isterse her şey olur. Tanrı isterse, sırf Mary'ye annesinin haberini ulaştırmak için, 67 sene önce bir kadın ve bir erkek birbirini sever.
Evlenerek iki yıl sonra bir kız çocuğu dünyaya getirirler. Doktorlar erken doğan bebeğin fazla yaşamayacağını söyleseler de, bebek iyileşir ve büyür... Uzun yıllar sonra, yetişkin bir kadın olarak uzak ülkelerden birine yaptığı bir seyahatte, yaşlı bir bahçıvan ile tanışır; bahçıvan ona güllerle konuşmayı öğretebileceğini söyler. Kadın ona inanır ve yaklaşık 20 sene gülleri duyabilme sanatıyla uğraşır. Bu arada büyük sıkıntılar yaşar; sırf bu deliliği(!) yüzünden, eşi tarafından terk edilir, yaşadığı şehirde dışlanır ve sonunda İstanbul'a göç eder. Burada bahçeli bir köşk satın alarak, sadece güllerle ilgilenmeye başlar. Bir süre sonra, o bahçıvanın kalbine ektiği tohumlar açar ve sonunda güllerle konuşur.
Bütün bunlar ve çevresinde gelişen daha yüzlerce olay niçin gerçekleşir biliyor musun, Diana? Sırf, Tanrı bir gül aracılığıyla Mary'ye annesinin sesini duyurmak istediği için. İşte sırf bunun için, bir Zeynep doğar, bir bahçe kurulur ve bir gül açar.'' (bu hikayenin benzeri Nar Ağacı 'nda da vardı. bu 'zincirleme' olaylara, neden-sonuç'lara inanıyorum.)

''...amacına ulaşmak için her yaptığımızın nedenini bilmek zorunda değilsin.

...öğrenci de sensin öğretmen de... Tüm soruların cevapları sende. Dediğim gibi, bir zamanlar gülleri duyma yetisine bile sahiptin. Ben burada sadece sana unuttuklarını hatırlatmaya çalışacağım, hepsi bu. Gülleri duymak kolaydır. Çok kolay. Tek yapman gereken, ya unuttuklarını hatırlamak ya da öğrendiklerini unutmak. 
....
Sana garanti ederim ki, sen, bir sabah tertemiz saçlarını üst üste iki kez yıkadığını hayat boyu unutmayacaksın. Yaşanmış bir şey yaşanmamış gibi değildir.
...
...kalbine düşürülen bir iz. Şu anda silik belki, ama zamanı gelince belirginleşecek.  Belki bildiklerinin arık hiçbir işe yaramadığını keşfettiğin bir günde olur bu. Belki de yaşamın bir merdivene benzediğini ve yukarı çıkmayı sürdürmek için geride bıraktığın basamaklara artık dönmemen gerektiğini fark ettiğinde.''

''Başkalarının sevgisini kazanabilmek için yavaş yavaş kendimizi onların değer yargıları doğrultusunda şekillendirmeye başladık. Onlar gözle görünen özelliklerimize değer verdiklerinden, kokumuza özen göstermeyip dış yüzümüzle ilgilendik daha çok. Daha dik durmaya çalıştık yapay güller gibi, yapraklarımızı daha geç dökmek için çabaladık, hislendiğimizde taç yapraklarımız kırışmasın diye ağlamadık. Ve ihmal edilen kokumuz zamanla uçmaya başladı.''


''Ama aldığımız tüm övgülere rağmen, içten içe sevilmediğimizi hissediyorduk. Bizi kokumuzla ilgilenenler sevebilirdi yalnızca. Çünkü bir gülü gül yapan, kokusudur her şeyden önce. Başkalarının bize karşı duydukları his, olsa olsa 'beğeni' olabilirdi.''


''Bir gül, bir diğerinin aynasıdır çünkü; biri diğerine baktığında, ya kendi kokusunu ya da kendi kokusuzluğunu görür.''

Nasreddin Hoca

''Oysa bir bahçeyi bahçe yapan tohumlar bir dakikada serpilebilir. Bilirsin, gördüğümüz en uzun düşler bile bir dakikadan daha az sürer. Kim bilir, belki de düşlerimizi gerçekleştirmek için bir ömür tüketmek zorunda olmadığımızı anlatmaya çalışıyorlar bize. Yaşadığımız her dakikanın gücünü anlatmaya çalışıyorlar. Az önce kaybettiğin o dakikayı bir daha asla yakalama şansı bulamayacaksın, Diana. Bilemeyiz, belki de 21 Mayıs' taki 5:56'yı 5:58'e bağlayan o dakika, güllerin sesini duyabileceğin bir dakikaydı.''

''Bir değerim varsa eğer, bu sadece sizi sevdiğim içindir.''


''Başkaları senelerce seni gülleri duyamayacağına inandırabildiler de, ben niçin seni birkaç dakikalığına bir gülü göremeyeceğine inandıramıyorum?''   

Kız Kulesi


''Evet haklısın, ben öyle büyük bir şey değilim belki. Ama bir gülüm...İnsanlar beni övseler de bir gülüm, övmeseler de. Herkes benim için deli olsa da bir gülüm, yanıma hiç kimse uğramasa da. Sadece bir gül....
Ama, gül ne demek bilir misin sen, dostum? Gül, özgürlük demek! Başkalarının övgüsüyle var olmamak, yermesiyle yok olmamak demek. Yanlış anlama, ben de insanları severim; beni ziyaret etsinler, beni koklasınlar isterim. Ama bunu, onlara kokumu sunabilmek için isterim yalnızca.''
''Bahardaki övgüler seni ne kadar yüceltmişse, sonbahardaki düşüşün de o denli yüksekten oluyordu.''

''Karşımda küçülmelerini beklemedim onlardan hiç. Bu sevgi olmazdı; sevgi seveni küçültmez, büyütür. Üzgünüm dostum ama, sana tutkuyla bağlananlar bir gün seni terk edecekler. Çünkü onlar sana değil, kendi tutkularına tapıyorlar yalnızca. Ve bir gün gelecek, o tutkuları başka bir tanrıça bulacak. Senden daha güzel, daha güçlü bir tanrıça! İşte o zaman sen unutulacaksın. Kendini onların övgüleriyle var ettiğin için de, unutulduğun zaman yok olup gideceksin.''


''Bil ki, sürekli 'ben' demenin bedeli, öz benliğini unutmandır.''


''Belki kendimden vazgeçebilirim, ama senden asla. Çünkü bir gülün güzelliğini sana bakarak gördüm ben. Kendimi sana bırakarak bildim.''


'' 'Kendini özel hissetmek için ihtiyacın olan tek şey kendinsin,' derdi. Ama ben bunu anlamak istemedim. Hep başka şeylere ihtiyaç duydum:İlgiye, övgüye, gösterişe... Kısacası kendimi özel hissetmemi sağlayan her şeye. Beğenilmeden yaşayabilecek biri değildim ben. ...Başkalarının gözündeki 'ben'i seviyordum. Belki de sırf bu yüzden, en büyük düşümden, yazar olmaktan vazgeçtim.''


''Sadece sen değil, bir ölçüde hepimiz çevremizden kabul görmek için kendimizden ödün veririz. Ama kendi düşümüzü kovalamayı sürdürmeliyiz. Başkalarının beklentilerinin esiri olmamalıyız.''


''Diana... Hem başkalarından şikayet ediyorsun, hem de kendini bir başkasına soruyorsun. Unutma ki, senin için ben de bir başkasıyım.''


''Hiçbirimiz kusursuz değiliz. Kusursuz olmak zorunda da değiliz.''


''Ne ben ne de bir başkası senin yaşamını yargılama hakkına sahibiz, yavrum.''


''Ama bana kendini sorma Diana... Ben seni bilemem. Ve hiçbir zaman da seni sana öğretemem.''



''Sen buraya iyi öğrenim görmüş, birçok şey bilen biri olarak geldin. Ama bu özelliklerinin hiçbiri seni güllere kulak vermekten alıkoymadı. İnan bana, bu hiç de kolay değildir. Daha iyiye, iyiyi terk etme casaretine sahip olanlar ulaşır yalnızca.''


''Biz her zaman kalbimizin olduğu yerdeyizdir, Diana. Eğer kalbin buradaysa, hiç üzülme. Bedenin bahçeden ne kadar uzakta olursa olsun, dersler tamamlanır; bundan hiç şüphen olmasın.''


''Bir gün sen de gülleri duyacaksın yavrum. O zaman bunu bir mucize olarak görme sakın; bu sana hayatın her anının bir mucize olduğunu unutturur. Sadece güller değil, her şey konuşur çünkü.''


''Ama o, seni, senin kızın olmanın tadını hiç bilemeden sevdi.''

''Sevgi, sevgi değildir; seven karşılık beklerse.''



''Bu öykü benim için anlamlı. Çünkü senin hakkında.''

''Hediyeyi bu iyiliğinin küçük bir karşılığı olarak kabul edemez miydin?''

''İyiliğe karşılık, ha? Ona alışveriş derler, küçük hanım.''

''Bir anlamda hepimiz Efes şehri gibiyiz; içimizde hem Artemis'i, hem de Meryem'i barındırıyoruz.''


........................................................................................................................................


Hamiş 1: italik yaptığım yerler özellikle çok hoşuma giden yerler.

Hamiş 2: yazı aralarına koyduğum müzikler ve resimler, kitapta belli bir amaçla yer alan şeylerdir. Ben de sizlerle paylaşmak, renk katmak istedim.
Hamiş 3: Loreena McKennit'le de, en ünlü parçası ''La Serenissima'' ile de ve diğer eserleri ile de yeni tanıştım. Yazımı okurken arka fonda, -üstteki- Loreena McKennit'i( tek parça) veya -alttaki- Loreena McKennit'i (bütün parçaları ardarda) dinleyebilirsiniz.
Hamiş 4: kaç zamandır aklımda idi Yunus Emre ve Nasrettin Hoca'yı araştırmak. Bu kitap bana işaret olmuş oldu.
Hamiş 5: bu kitabın ''Martı Jonathan Livingston'', ''Küçük Prens'' ve ''Şeker Portakalı'' ile eş değerde tutulması, bir Türk olarak gururumu okşadı. Çok şükür ki, 3 kitabı da okumuştum hem de taa ortaokulda ama tekrar okumak niyetindeydim. Bunları da tekrar okumak farz oldu yani.

  ve 
 ve 

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                       

28 Kasım 2012 Çarşamba

Kendi İzini Sürmek (Leyla İpekçi' den)



Vaktin sonunda, son kamil insan öldüğünde, kainatın cansız kalacağı söylenir.Çünkü kainat, insan olmadan tam bir ilahi suret değildir. Kamil insan, bu yüzden kainatın ruhu olarak kabul edilir.

Tabiat ve çevredeki bozulmaya 'içeriden' baktığımızda, medeniyet kadavralaşmasının kamil insanların giderek azalmasıyla olan bağını kurabiliyoruz.Halklara adaletle hükmedilmesi, kültürlerin çoğulcu niteliğinin sürdürülebilmesi gibi dinamiklerin altında yatan 'diri' ruh, kamil insanların mevcudiyetiyle sağlanıyor içten içe. 

Demek ki, yaratılış hikmetine uygun yaşamak, varoluş niteliğine hakkını verebilmek, insanlıkta kemale ermekle mümkün. Eğer böyle bir gerçeğimiz varsa, Yaratan'ımızı tüm 'güzel isimleri'nin izdüşümünü bir'leyerek bilmek gibi bir derdimiz var demektir. Tevhid sanatı, bu dertle dertlenenlerin sanatıdır diyebiliriz.


Güzel'i ancak tüm esmaları birleme niyetiyle aradığımızda, eserlerimiz amele dönüşebiliyor. Amacı olmayanın anlamı yok demektir ve buna güzel denilemez. Biz ise güzel'i arıyoruz, öyle değil mi... Güzelleşmek istiyoruz. Güzelliği paylaşmak...

Varlıkların birer isim taşıması, isimlerinin manasına bürünmesi de buna delalet ediyor bence. Yani her şeyin güzel'le olan güçlü ilişkisi kuruldukça varoluş hakikatimize yaklaşıyoruz. Bu ilişkiden bahsetmek Yaratan'ı hatırlamayı gerektiriyor. Sanatta da, hayatta da.

Anlam ve amaç, güzelliğin asıl sahibine götürecektir bizi. Bu bağlantıları kuramamak ise her an O'nun (cc) huzurunda olduğumuzu unutturuyor. Tevhid sanatıyla nefsi emmare sanatı böyle bakıldığında çok net ayrımlar taşıyor. Bize O'nu unutturan eserler, heves ve hevamızı nefsin bu en sığ katmanında kabartan, arzularımızı kabaca kışkırtan eserler oluyor. Böylesi bir 'güzel' sanatın edebe, adaba, üsluba dair hudutları belirsizdir.

Tevhid sanatında ise bizi her an varoluş bilgimize döndüren ve onda 'hazır' tutan bir temel ilke mevcuttur: Allah'ın huzurunda bulunduğumuzu unutmamak. Ta ki sanat eseri, bu anlamda bizi Hızır (as) ile yoldaş olmaya götürsün! Hızır ki, her an diri; hazır olan, huzurda olan...

Sanatta güzel'in ölçüleri üzerine düşünmeye çalıştığım bu yirmi dokuzuncu yazımda Kur'an'da geçen Musa Hızır kıssasındaki "balığı unutmak" hadisesinin etrafında dolanarak bazı göndermeler yapacağım. Biraz açayım.

Musa (as), 'susamış gönlü'nü denize ulaştırma niyetiyle Allah katından özel bir ilim verilen Hızır'ı (as) aramaya çıktığında, kendine eşlik eden Yuşa'yla (as) birlikte azık olarak yanlarına balık almışlardır. Fakat iki denizin birleştiği yere vardıklarında balığın çoktan canlanıp gittiğini fark ederler. Buluşma yerlerini geçmişlerdir. Balığın, kayaya sığındıkları sırada denizde bir yol tutup gitmiş olduğunu anlayarak Hızır'ı bulmak için "hemen izlerinin üzerine geri dönerler."

Burada iki denizin birleştiği yerin zahir ile batın ilmini simgelediği söylenir. Can ve beden denizlerinin kavuşma noktası ise belki de kamil insanın hakikatidir. Musa (as) ile arkadaşının balığı unutmalarını insanın Allah'la ahdini unutmasına dek uzatabiliriz. Sonradan Hızır'la yolculuk ederken, onun eylemlerine önce itiraz edecek sonradan geri adım atacak olan Musa'nın bu tavrı Adem'in (as) cennetten kovulmasını hatırlatır.

O da, Allah'ın huzurunda olduğunu unutarak yasak ağaca yaklaşıp ahdini bozmuş, fakat sonradan pişman olarak tevbe etmiştir. Adem'e de, Musa'ya da (cc) unutturan şeytandır hep. Unutmaya bu kadar eğilimli olan insan'ın adının da nisyan*dan geldiği kabul edilir zaten.

Musa (a.s) ve arkadaşının iki denizin kavuştuğu yerde Hızır'ı bulma talebi, insanın unuttuğu, dondurduğu, ölü bir balık gibi kendinde istiflediği hakikatine yeniden dönüş serüvenidir diyebiliriz o halde. Bu dönüş bilgisinin hatırlanışı ile balığın canlanışı arasındaki bağ da kurulmuş olur. Yeniden dirilişe kendi adımlarımızla başlamalıyız.

Aslında beni bu yazı bağlamında ilgilendiren daha ziyade şu: Buluşma yerlerini geçtiklerini anlayınca hemen izlerinin üzerine geri dönmeleri. İnsanın kendi izinden giderek geri dönmesi ne demektir? Menzili geçtiğini fark edememesi. Yuşa'nın dediği gibi şeytanın vesvese vererek unutturduğu şeyin aslında kendine ait olan, asli bilgi olduğunu idrak etmesi. Ve tabii kendi ruhunun gerçeğini arama yolundaki engelleri yine insanın kendisinin döşemesi. İşte tüm bunlarla yüzleşmek.


Kısacası, kendinden kendine iz sürmek değil midir kamil insan olma yolunda yapılan seyr ü süluk**...


Toparlayayım: Gittiğin yoldan geri dönmek; yolunu nerede kaybettiğini anlamayı da gerektirir. Bu, aynı zamanda idrak etme adabını gösteriyor bize. Sanatta da, hayatta da, evet böyle bir üslup tutturmalı. Musa bile olsan, yüreğin susayınca iki denizin birleştiği yerin peşine düşebilmelisin.

Kibri yücelten, tahakkümü teşvik eden, kötülüğü süsleyen sanatsal ifadelerle nefsi emmare sanatında şöhret olmakla nasıl bir iz bırakırsınız ki, bir gün geri dönmeniz gerektiğinde üzerinden gidebilesiniz? Başka bir deyişle, bıraktığınız nasıl bir izdir ki, geri dönerek Hızır'la buluşabilesiniz?.. 

Dipnot:Yukarıdaki yazı,Leyla İpekçi'nin 07.08.2012 Salı tarihli köşe yazısıdır. Yeşil renk ile belirttiğim kısımlar, benim dikkatime mazhar olan yerlerdir.

Nisyan kelimesi Güncel Türkçe Sözlükte unutmak anlamına gelmektedir.

** SEYR-U SÜLÜK NEDİR? Tasavvufta seyir; cehaletten ilme, kötü huylardan güzel huylara, kendi varlığından geçip Hakk' ın varlığına doğru harekettir. Sülük ise, Hakk' a ermek için bir rehberin öncülüğünde ve denetiminde çıkılan manevî, kalbî, ruhî yolculuk ve ahlakî eğitimdir.

Seyr-u sülük, insanın, kalbinin, ruhunun, nefsinin ve diğer manevî cevherlerinin eğitiminden ibarettir. Bu iş, kalpten başlayıp hayatın her yanını içine alan bir eğitimdir. Asıl maksat, kendini ve Rabbi' ni tanımaktır. Birinci adım, gafletten uyanmaktır. İkinci adım, insan için çizilmiş yola adım atmak ve hedefe doğru yol almaktır. Sonuç, kâmil insan olmaktır.


Leyla İpekçi' nin yukarıdaki köşe yazısını, köyde sobayı tutuşturmak için(bunu utanarak söylüyorum :) ) elime aldığım gazetede fark ettim. Başlığı dikkatimi çekti: Kendi İzini Sürmek... Zira bugünlerde hülyalı, başı hoşlu, 'kendini bulma'lı, bolca 'anlamak'lı haller içindeyim. Yazıyı beğendim ki sizlere de duyurmak istedim. Umarım siz de beğenmişsinizdir. Bu arada yine bugünlerde zincirleme olaylar yaşıyorum. Bir 'şeyler', beni bir 'şeylere' götürüyor. Bu konuyu da detaylandıracağım. 

                                            ''GERÇEK SEVGİ'' İLE OLMANIZ DİLEĞİMLE...


Yazarın( yani benim!:) ) özel notum:

Yazıda geçen 'nisyan' kelimesi, nedense sevdiğim bir kelimedir. Aslında nedeni bellidir. Bende hatırası vardır. Hem hatırası canlandı hem de aşağıdaki cümleyi de sizlerle paylaşmak istedim. Aşağıdaki cümleyi kullanınız; konuşmanıza renk katar, dikkat çeker :)

''Hafızayı beşer nisyanla malul''dür.

Anlamı: "İnsan hafızası, unutkanlık hastasıdır" anlamındaki bu cümle, insanın yaşamını devam ettirebilmesi adına anlık heyecan, sevinç, üzüntü gibi kendisine yaradılıştan eklenen özellikleri, yaşamak için unutmak zorunda olduğunu belirtir.      = İnsan, unutur. (amiyane tabiriyle :) )

27 Kasım 2012 Salı

Ah Mine'l Aşk...




İnsan kendi fotoğrafına bakıp, 'O'nu görür mü?..

Yıllar öncesine ait olsa da fotoğraf, 

'O', o güne dair hiç bir şey hatırlamazken, o güne dair her şeyi belleğinde daha dün gibi hatırlar mı insan?..

Yıllar öncesine ait olan sevgiyi, aşkı, merakı, korkuyu, özlemi aynen yaşar mı insan hiç birinden hiç bir şey eksilmemiş halde?..


Bunları düşünüp salya sümük ağlarken, terk edilmişken, yaşananlara 'hiç' boyutu büründürülmüşken, hala heyecan duyar mı insan 'arar mı' diye?..


                                                 ''ayrılıklar değişmez, bütün aşklar aynıdır''


Demek benim yaşadığım acıları yaşayan daha niceleri var. Ama yeter mi bunu bilmek, acıyı azaltmaya?..


Yıllar öncesinin fotoğrafındaki halim, hiç yaşadığım bugünkü an'ı tahmin edebilir miydi, bilebilir miydi bu hallere düşeceğini, bunları yaşayacağını?..


Daha dünkü çocuk gibi, yeni aşka düşmüş bir taze aşık gibi, terk edilmiş durumda iken bile bu kadar sever mi insan, bu kadar canı yanar mı?..


O' nu unutmak adına O' nun bütün fotoğraflarını yakmak, kesmek, yırtmak, atmak yetmez de insan bu kez, O' nun sana çektiği fotoğrafları da yakar-atar-keser-kırpar.


O fotoğraflarda 'O' var işte, 'O' var!

Sureti yok, anısı var. Şimdi ben elimde tutmuş bakıyorum ya fotoğrafa, 'O' nun yerindeyim işte ve kendime bakıyorum. 'O' tutmuş o makineyi de 'O' çekmiş ya beni, fotoğraftaki ben de 'O' yum; şimdiki ben de 'O' yum işte...

Yıllar öncesindeki kendime, küçüklüğüme, tazeliğime, gözlerimdeki sevgine bakıyorum. O fotoğraftaki ben' in karşısında sen varsın; şu anki benim karşımda ise sen yoksun. Yani senin varlığın gibi yine senin yokluğun kıymetli kılıyor bu fotoğrafı.


Çok sevmişim be!

Çok!

Öğrettin, deli gibi sevmeyi de yanmayı da hasret çekmeyi de

Salya sümük ağlamayı da
Gururu hiçe sayıp yalvarmayı da
'Ölme isteği' duymayı da

Sevdiğimi-sevildiğimi sanıp 'karşılıksız sevdiğimi' görmeyi de bilmeyi de...


Küçüktüm, deli doluydum, coşkuluydum ve çok sevdim seni


Büyüdüm, olgunlaştım, acılarını çektim ve hala çok seviyorum seni...


                                                    'sana yıllar yılı büyüttüğüm aşk,

                                                     ne yazık ellerinde artık küçücük'


                                                               


*Dipnot: Ah mine'l aşk, Arapça kökenli bir kelimedir ve "aşkın elinden ah çekmek" anlamına gelen bir tamlamadır.

26 Kasım 2012 Pazartesi

Beni Köyümün Yağmurlarında...

Yine 'Anne' ile geçirilen bir Pazar günü yazısı.
Söz konusu 'anne' olunca, Pazar günü adresi yüzde doksan köy oluyor.
Bugün ise köye gitmeyi annemden çok ben istedim.
Trabzon' un havası yağışlı, soğuktu bugün ama keyif yerinde oldu mu, her şart mutluluğu getiriyor, her şeye olumlu bakılıyor.
Öğlen kahvaltısı yaptık bugün; çünkü geç kalktım her hafta sonu olduğu gibi.
Kahvaltı sonrası anneme 'Haydi kalk köye gidelim' dedim. Annem şaşırdı. Zira hava kötüydü, saat ilerlemişti, hava erken kararıyordu, gitmemizle dönmemiz bir olacaktı.
'Olsun' dedim. 'Dağlara bakarak çay içmek istiyorum.'
Ve belirtmek gerekir ki bugün Trabzon' un çoğu mahallesinde olduğu gibi bizim mahallede de sular kesikti ve dolayısıyla evde kalmak sinirleri gerecekti.
Köyün tertemiz havasından, suyundan yararlanmanın tam vaktiydi yani!
Her köye gidişimizde yaptığımız gibi yapmadık bu sefer. Yani yanımıza erzak, yiyecek, malzeme, vs hiç bir şey almadık; sadece kol çantalarımız vardı.
Dün izlediğim 'Into The Wild' filminin etkisi hala üzerimdeydi.
Köye giderken Trabzon' un meşhur(!) Arafilboyu Mahallesi' nden geçerken alkolden ayakta dahi duramayan bir adamın yüksekçe iki basamaktan düşmesi, yüreğimizi ağzımıza getirdi. Üzüldük. 'Belki dertten-kederden, belki başıboşluktan, sorumsuzluktan içiyor. Belki sevenlerine saygı duymuyor belki de hiç seveni yok. Ne fark eder. Düştüğü durum insana yakışmıyor.' dedik. 
Neyse, vardık köye. Ayy miss gibi pırıl pırıl bir hava, çiseleyen yağmur, üşütmeden ferahlatan bir soğuk.
Siz de görün-duyun diye yağmuru videoya çektim ama cep telefonumun kayıt değeri düşükmüş demek ki, sadece görüntü var.  Bakın:


Belki yağmurun sesinin yüklenmemesi de iyi oldu. Böyle bir güzelliğe çok uzakta olanlar imrenir de ahları kalırdı :)

Ama ya yeşilin, sarının, kahverenginin her tonunu bulmak mümkün artık benim köyümde.
Sarının kendi tonu ya da turuncuya dönük hali, turuncunun kahverengiye dönük hali, yeşilin ise her hali var. Tam bir renk cümbüşü. Öyle zinde hissettiren bir havası var ki hele, ciğerlere şenlik.

Gider gitmez çektiğim fotoğraflar ve karşı ki dağlar:









Yeğenimin bebeğiyle manzarayı seyrettik bir süre :)














Eee köyde içilen çay, sobada demlenecek, sobanın sıcaklığıyla vücut ısınacak ki bi anlamı olsun, di mi?..
Yağmurun sesi gibi hem sobada yanan odunların çıtırdama sesi hem de soba üstünde tısssslayan çaydanlığın sesini de videoya çektim ama... :)



Derken sis yavaş yavaş dağılmaya başladı:


Yanımda götürdüğüm 'Kayıp Gül' ü de unutmadım bu arada ve hem köyde hem de köyden dönüş yolunda yarıladım bile.










Köyde giyilmesi şart olan patikler:




Bir pencerenin manzarası:



Diğer pencerenin manzarası: (Müthişler di mi?..)




Kitap okurken çekirdek çitlemeyi de ihmal etmedim :)





Şu manzaraların güzelliğine bakın:










Derken sis tamamen bastırdı ve göz gözü görmez oldu:








Sobayı tutuşturmak için kullandığım gazetedeki köşe yazısı ilgimi çekti, okudum. Sizinle de ilerleyen günlerde paylaşmayı düşünüyorum bu yazıyı.




Ben fotoğraf çekme, kitap okuma, sobayı sıcak tutma, çay yapma işlemleri ile vazifeliyken komşularla hasbihal etme vazifesini(!) üstlenen annemin benim için getirdiği yapraklar... Bu, kestane ağacı yaprağı:




Bu, gürgen ağacı yaprağı.  Yağmur, kuruyan yapraklara bile ışık katıyor.




   Ve, dönüş vakti:



Tekrarlamadan yapamayacağım. Bu manzaraları izlerken, vakit ilerleyip de köyün karanlığına düşerken aklıma hep dün izlediğim 'Into The Wild' filmi ve ayrıca 'Nar Ağacı' kitabı geldi. Sanırım hayata anlam katmak, doğru işlerle haşır-neşir olmak bu olsa gerek.

Sevgiyle kalın :)