4 Aralık 2012 Salı

''Nar Ağacı''ndan Nazan Bekiroğlu incileri...

                                 





''Nar Ağacı''ndan Nazan Bekiroğlu incileri...



Benim ''ha demeden hayran olan'' bir gönlüm var, o ise aynı şeyi anlayan iki kişiden birinin tebessümüyle bakıyor yüzüme. Bir selam gülümseyişi bu.

Çünkü sevdim ve ben kalbiyle yaşayanlar zümresindenim.

Bir tek cümle. Bütün ırmakların yönü işte o zaman değişiyor. Çünkü bu cümle, gayrimümkün zannettiklerimin, tahayyülümün sınırları dışında kalan bütün hayallerimin mümkünler faslında durduğunu ilk kez gösteriyor bana. Mümkün!

Bu yolculukta eğer bir kişi ile birlikte olacaksam bunun Yasemen olması gerektiğini anlıyorum. Bana bir yol arkadaşı lazım olduğu için değil. Bana da, bulabileceğimize de benden fazla inandığı ve kendini bu yolculuğa gönüllü kattığı için. Anladığı ve kolaylaştırdığı için. Çok kolaymış ama bu kadar kolaylaşmasının vakti zamanı varmış.

Ne kadar ağır bir azlık bu.

Geçmişi bizim için manalı kılan şey, ona bugünden bakıyor olmamızla alakalıydı. Onun bugün ve yarın için bize vereceği hızdı aslolan.

Her şey gelip, bilmekte çözülürdü, onda düğümlendiği gibi.

Yalnızdım ve insanları seviyordum ama yine de yalnızlığımı daha çok seviyordum.

...her eğrinin, her eksik gediğin, her kusurun, her hatanın sorumluluğunu üzerine almakta da onun üstüne yoktu. Parçalanmış, dağılmış her hayatın hesabı bir parça ondan sorulurdu ve bir hayatın dağılması için yapılan şey kadar, bir hayatın toplanması için yapılmayan şey de onun boynuna vebaldi sanki. Bilerek ve isteyerek kimseye bir kötülüğünün dokunmadığı muhakkaktı ama o bilmeyerek ve istemeyerek de olsa kimseye bir fenalığı dokunmuş mu, bunun hesabındaydı. (bu hissi tanıyorum.)

# # Tespih taneleri gibi yan yana dizilmiş kadınların meydanda oynanan maçı seyrettiğini görünce anladım bu şehirde daha o zamanda bile futbolun kan gibi damarlardan aktığını.  ( =) )

Gençlik bilse, ihtiyarlık yapabilse...

♥ Halide dünden razı gelmişti bu işe, Halil Safa ezelden.

Tebdil-i mekanda ferahlık olduğu muhakkaktı fakat bazen mekan da tebdilden ferahlanırdı.

Farklı milletler bir arada fakat birbirine dönüşmeden yaşardı onda. Benzeyecekleri değilse de bütünleşecekleri tek şey Osmanlı kimliğiydi.

♥ Aşk bahane. Herkes kendini seviyor, bu cilvede kendi güzelliğinden emin olmak istiyordu ve tıpkı şu ayna gibi bu güzelliği yansıtacak, parlatacak bir ayna arıyordu.

(Trabzon'daki Gülbahar Hatun=Hatuniye Türbesi için) Her şehrin hatta her semtin bir sahibi vardır. İstanbul'da Üsküdar'ın sahibi Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri' dir mesela. Bütün İstanbul şehrinin sahibi ise şeksiz şüphesiz Hazreti Eyyub-el Ensari. Her şehrin bir sahibi vardı ve hepsi de er kişilerdi. Fakat Trabzon'un bir sahibesi, bir hanımefendisi vardı ve o da işte şurada, vakur, soylu yalnızlığında, gül çiçek, filiz çemen, bir bahar saltanatında yatan Gülbahar Sultan' dı. Trabzon Fatihi' nin, şehri bir Ekim günü fethettiğine aldanmamalıydı. Fatih bahar padişahıydı gerçekte; Mart' ta doğup Mayıs'ta ölmüştü; İstanbul'u bir Nsian günü kuşatmış, bir Mayıs günü almıştı. Ve bahar padişahının Trabzon' a da benzersiz bir gül armağanı vardı. Gelini Gülbahar, Beyazıd-ı Veli Hatunu. Peki ne işi vardı Gülbahar Sultan'ın Trabzon'da? Gülbahar Hatun vakt ü zamanında Trabzon valisi, şehzadesi Selim' ini ziyarete gelirken gemisi Karadeniz' in meşhur Kestanekarası fırtınasına yakalanmış, kaptan, sultan bahası yolcusuyla daha fazla yol alamayacağını anlayınca Fol lmanına sığınmıştı. Bir sultan hanımı ağırlayıncaya kadar, halkı balıkçılıkla geçinen küçük, bilinmeyen bir beldeymiş Fol. Ama Gülbahar Sultan bu kurtuluştan sonra elini buradan çekmemiş, bir gönül karşılığı, bir adak borcu olarak arazinin büyük kısmını vakfa çevirmişti. ''Vakfıkebir'' adı buradan kalmaydı: ''Büyük Vakıf.'' Limanının bir sultan canını kurtaran emniyeti ise Fol'a zaten bidayetten beri bir sıfat katmıştı: ''Büyük Liman.''

Gülbahar Hatun Türbesi - Trabzon

...hayırlı işlerde acele iyiydi.

Ben çantamı hazır ettim, nasibi olan yoluma çıksın.

Elmas. Sertliği saflığının da sebebidir. İçine ışıktan başkası girmez ve yansıttığı, aldığından fazlasıdır.

Ağzından bir kez söz çıkmayagörsün, hazirunu esir alan belagat sahiplerinden biriydi ama kelamına bu ateş dilini bahşeden kader aklına biraz fazla dokunmuştu. Kıt değildi aklı, haşa! Hatta fazlaydı bile. Ama işte o fazlalık her türlü aşırılık gibi bir denge kaybına, mizan kaymasına yol açmıştı besbelli. (Kitaptaki Meczup Haydar karakteri için bunları söylüyor.)

Bak, Ruslar yol yapıyor. Kalmayacakları yerde yol yapmaz bu gavurlar. Sen yollarını Ruslara yaptırırsan Savaş zamanı yol aramakla vakit geçirmez onlar, anında menzil-i maksuda varırlar.

''...iyi bir halının ilk şartı tek elden çıkmasıydı. O kadar tek elden çıkmalıydı ki bir halıda ilk ilmeyi atan elin sahibi bile son ilmeyi atacağı güne kadar aynı kişi olarak kalmalıydı. Ama mümkün müydü böylesi? Değildi. İşte bu yüzden kusursuz bir halı bu kusurlu dünyada hiçbir zaman örülemeyecekti. Bu yüzden bir halı ne kadar çabuk biterse o kadar tek elden çıkmış demekti.''
Acem Halısı

...bir kadın eğer kendisini övüyorsa karşısındakini övmüyor demekti. Övmüyorsa da değer vermiyor demektir.

Bu kısımda her şey kullanılmış, yaşanmıştı ve çarşının en pahalı mallarının burada alınıp satıldığına bakılırsa yaşamak pahalı bir şeydi. Antikacılar çarşısıydı burası.

Varlığın biraz da zulüm görünce kendi gerçeğini idrak ettiğini öğrenmişti.

İşini hiçbir zaman şansa bırakmamış onun için de şansı her daim yaver gitmişti.

Duygudaşlık, ortaklık doğurmak, insana yalnız başına eksik olduğunu hatırlatmak içindir belki. Bu zorlu yolda tek başına olan sadece cesettir. Yaşayanlar çifter çifterdir.

Yeryüzünde her şey iyi ile kötü arasındaki mücadeleden ibarettir. İnsana düşen bu ikisi arasında kendi safını seçmektir.

...aralarındaki şeyin iki kişi arasında ancak ilk anda, ilk karşılaşmada kurulan, aksi takdirde hiç kurulamayan o sıcak bağ, o tebessümlü hatırlama, o ezeli tanışıklık duygusu, o kavi köprü olduğunu anladı.

♥ Aşk olunca en çok da ölüm hükmünü kaybediyor ve insan kendisini ölümsüz zannediyordu.

♥ Aşk bir yandan anlatmak ihtiyacındaydı ama diğer yandan kıskançtı. Üstelik sirayet etmesi kaçınılmazdı.

# Balkan seferberliği ilan edileli beri Trabzon' un bu kıyamete bambaşka bir kametle katıldığı, istenenden daha fazlasını vermeye kararlı olduğu görülmüştü.

                                                     

# ...mısır ekmeğini yoğurda doğramak :)

Gülcemal vapuru adını Sultan Reşad' ın annesinden almıştır.
''Ey Gülcemal Gülcemal
Savruluyi dumanın
Aldın gittin yarimi
Yoktur senin imanın.''

Gülcemal Vapuru

Ω İşte bu dünyadaki her şey o kadar gölge. Perdenin bu tarafında hepimiz birer gölgeyiz aslında. Oyun bittiğinde bir püf! Mum söner. Oyun biter. Bütün suretler de Karagözcünün kutusunda bir araya konur, kaldırılır. Geriye ne suret kalır ne perde.
''Peki her şey bu kadar gölgeyse bunca acı ne olacak?''
Her şeyin gölge olduğunu bir kere fark edince, artık can acısa da bir acımasa da bir. O zaman bitmez zannettiğin her türlü çile de biter. Hem öyle bir biter ki artık bitse de fark etmez bitmese de fark etmez.

Anladım ki aidiyet, kan bağından önce gelen bir şeydir. O da aynı toprak üzerinde ortak bir geçmişle kurulabilir.

(Irac-ı Bistami'den)  ''Duydum ki sen başkalarıyla konuşuyormuşsun
                                 İsterim ki bundan böyle men senle sessiz danışam.''

Nar-ı cüda, ayrılık ateşi. Bu lisanda ateş ayrılıktan önce geliyor.

İlahi kazanın zenginleri de perçeminden yakaladığından teselli çıkaran bütün eksik hayatlar gibi onun da bir eşitlik  felsefesi geliştirdiği besbelliydi. Büyük felaketin zenginle züğürdü eşitlediğine dair felsefesi yapılmamış eşsiz sezgisel teselli.

Ω ''Allah' ım, şu ellerimin işlediği bütün günahları affet. Şu ağzımın söylediklerini, dilimin dönüp de kelimeye çevirdiklerini, aldığım bütün yasak ve yanlış kokuları, yüzümü çevirdiğim hatalı yönleri, şu kulaklarımın duyduğu duyulmaması gereken sözler, benim yüzümden başıma gelenleri, kendi ellerime boynuma sardıklarımı ve şu ayaklarımın yürüdüklerini affet.''



Bir felaket bir başka felaketi kovar, korkma.

Zerre miskal bir ümit!

# Trabzon eskiydi, İstanbul kadar Roma kadar eski. Adı her dilde aynı tamlamayla yazılan, ismi le müsemma Karadeniz, galiba bahtı da kara deniz, gelip de şehrini kıyısında kuranlara başlangıçtan bu yana az fırtına göstermemişti.

Ω ''Zaman sana hiç ummadığını ve biriktirmediğini getirir'' buyurmamış mıydı Hazret-i Ömer Efendimiz? Belki gün doğmadan neler doğardı.

Bu devlet şimdi olduğu gibi o zaman da askerini sevk edememiş, yürütmüştü sadece. (93 Harbi için diyor bunu.)

''Ey sıkıntı şiddetlen, nasılsa geçeceksin.'' Bir sıkıntının geçeceğine duyulan güven, ona dayanmanın tek çaresiydi.

Kimsenin aklı başında değildi ve şimdi yaşamak, sadece ölmemeye çalışmaktan ibaret bir şeydi. Oysa yaşamaya çalışmak en büyük yorgunluktu. Ölümü beklemek bile yorgunluktu.

Ω Tecelliden yana Cemil'di Büyükhanım' ın nasibi, Cemal'i sever gayrini görmezden gelirdi. İlk kez Kahhar ism-i şerifine sığındı. ''Ülaike aleyhim la'netullahi ve'l-melaiket-i ve'n-nasi ecmain.'' Sadece insanların laneti yetmezdi. ''Allah'ın ve meleklerinin de hepsinin lanetleri üzerine olsundu.''

Ω Sen İmam-ı Azam'ı bilmez misin? İşte onun, kuyudan ağzındaki pabuçla su taşıdığı köpek; Hazret-i Ömer Efendimizin yarasını tımar etmek için yollara düştüğü deve ve dahi Ebu Derda'nın ölüm döşeğinde kendisinden helallik dilediği deve de hayvan değil mi?

Trabzon'dan çıktım başım selamet
Çavuşlu'ya vardım koptu kıyamet

İnsanın kıyameti de kendisiyle birlikte yürüyordu demek ki. Ne çok acı vardı bu dünyada ve onlar dünyaya gelmeden önce de bu böyleydi, gittikten sonra da değişmeyecekti.

♥ Aşkın sebebi yok zamanı var. An geldi.

♥ Kıskançlık, olanlardan ziyade olabileceklere dair bir duygu.

Ω ''Allah'ım bana bir yol göster. Benim tek başıma karar veremeyeceğim denli karışık bu iş. Ben bu ipin ucunu tek başıma getiremem. Senin benden ne istediğini bir bilebilsem; Seni hangi adımım benden razı kılar bir kestirebilsem. Ona göre hareket etse. Ey Hüda-yı Alemin, bana bir işaret gönder.'' (İnsan bazen güzel bir duaya ihtiyaç duyuyor diye sizinle paylaşmak istedim.)

♥ Sabaha kadar dalıp dalıp uyanmış, kalbi ile aklı birbiriyle mücadele edip durmuştu. Ama ne kalbi aklını ikna edebilmişti ne de aklı kalbini.



♥ Settarhan, aşığım diyorsun. Bu nasıl aşktır ki iki yanın bir araya gelip de bütününle hakkını gelmiş ve geçmiş herkese helal etmiyorsun? Bu nasıl aşktır ki kan davası güdüyorsun, her şeyi affetmiyorsun? Aşık kendisini yakacak cehennem ateşinin önünde önce bir süre ısınır, bilmiyor musun?

♥ Bazen en büyük hakikatlerin bilgisinin en büyük günahlarla yan yana durduğunu unutma Settarhan. Aşkın nizamı parçalanınca her şey göze abes görünmeye başlar. İnsan içinden yenilenmeyince dışından eskir...

''Kargış dağ uyandırır, kargış alma.'' (Kargış, beddua demek imiş. Alkış da hayırdua demek imiş. Ne ilginç değil mi?)

♥ İçinde iyileşmeyen bir sancıyla bir yanı öbür yanına bir türlü uymamış, aşkla uyuyup nefretle uyanmıştı günler boyunca, sonra nefretle uyuyup aşkla uyanmış, tek bir şey olamamanın kahrını çekmişti.

 ♥ Dünya yansa o alev almazdı artık, o denli yanmış, bütünüyle kavrulmuştu çünkü. Ama bu dumanı da üzerinden atamazdı.

Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri'nin çaya nazarı, duası vardır. Hazret, Allah kıyamete kadar buna revac versin, diyerek çay nimetini işaret etmiştir. ''Kimselerin aklı ermez, Çay sohbeti hikmetine, Çünkü ezelde uğramış, Mürşidinin ülfetine.'' duasını mırıldanmadan demliği semaverin üzerine oturtma. Porselen demliği önceden ısıt. Demliğin sapı ısınmadan demleme. (Bu kitapta her şey var :) ) (ayrıca yine kitapta diyor ki; semaverin kazanına birkaç karanfil tanesi ya da üç beş kekik yaprağı atarak kaynatılmalıymış, demlik bakır değil ille de porselen olmalıymış)
                                                

Bardaklarda kaşık yoktu. Bu mecliste sessizliği bozacak bir kaşık sesi duyulmamalıydı çünkü.

''Lezzeti cennet şarabı                       Lezzetini içen bilir
 Şad eder içen harabı                       Dü cihandan geçen bilir
 Gönülde hikmet kitabı                    Türlü mercan saçan bilir
 Dolar bu çay sohbetine                   Gelin bu çay sohbetine ''   (yukarıdaki dörtlüğün devamı)

♥ O kadar büyüktü ki aşktan geri kalan boşluk orayı ancak nefretin cüssesi doldurabilirdi. Nefret, aşkla boy ölçüşebilecek yegane duyguydu ve ne kadar güzeldi. Nefret etmese, Settarhan oracıkta ölecekti ve nefreti de ancak aşk yok edebilirdi.

Eylemine nicedir aradığı gerekçeyi bulmuşların haz dolu gücüyle, haksızlığa uğradığını bilenlerin mutlu alacaklılığıyla baktı gölün yeşil, bulanık sularına.

Ölmekten korkmuştu. Öyleyse hala bir yazgısı vardı, yoksa korkmazdı.

İçinden tatlı bir duygu geçti. Aşk değildi ona karşı hissettiği ama dostluk da değildi. Hayır, hem aşk hem dostluk sınıfına da dahil değildi bu duygu. Onun hissettiği, ikisinin arasında, ne aşk ne de dostluk olan bir şey, adı olmayan üçüncü bir duyguydu. Aşk kadar yıpratıcı, bencil, kaprisli ve kıskanç olmayan ama dostluk kadar da sakin akmayan, gerilimli bir ilgi. Herkes kendi hayatında ama yekdiğerinin hayatına da dahil. Görünmez bir anlaşma imzalanmıştı aralarında.

Bedenin günahını ruhun günahından daha üste koyma.

♥ ''Settar gitme, gideceksin biliyorum ama sen yine de gitme. Gidersen boynuna bir vebal yüklemem. Ama gitme. Çünkü gidersen böyle bir yıkımı bana ancak daha büyük bir yıkım unutturabilir.''
                                                                   

♥ Sofya ona ''Gitme'' derken gitme ihtimalinin mümkün olduğunu öğretmişti. ''Gitme'' diyordu demek ki Settarhan gidebilirdi. Gitmesi ihtimal dahilinde olmasa Sofya ''Gitme'' demez, böyle bir mümkünü onun ihtimalleri arasına yerleştirmezdi. Demek ki gidebilirdi. Demek ki gitmek, iradesi dahilindeydi. Öyleyse gitmeliydi.  (bu cümleler beni çok üzdü :(   )

♥ ''Sen ne kaybettin geçmişinde, bunu bilmiyorum. Ama unutma. Onu hiç bulamayacaksın. Hiç bulamamaktan daha acısı var biliyor musun Settarhan? Her kapıyı çalacaksın. Her defasında buldum sanacaksın ama hiç bulamayacaksın.''

Settarhan bambaşka birinin kaderine bağlandığını o anda anladı. O düşünmeden biri düşünmüş ve karar vermişti sanki kendi yerine çünkü insan sadece kendisinin değil başkalarının da kaderinden sorumluydu. Hatta bazen insanın kaderi başkalarının kaderi üzerinden yazılıyordu. ( Kayıp Gül' de de vardı benzer konu.)

# Eğer ''Trabzonlu'' denecek bir tip varsa -ki vardı-, onun, burnu kopup yere düşse gururundan eğilip almayan ama kendisine emanet edilen bir avuç samanı korumak uğruna kendi samanlığının yanmasını da göze alan insanlarının en saf temsilcisini Settarhan ilk defa bu kaptanla tanıdı. İçten içe ''Her şeyin en iyi ben bilirim'' deseler de gerçek bilgiyle karşılaştığına kanaat getirdiğinde tereddütsüzce itaat eden bu insanların katıksız bir örneğini Settarhan' ın karşısına kader çıkarmıştı.
Hey gidinin Lazları! :)
                                                   

♥ Artık olamayacağını biliyorum. Aşk benim kalbimi yakıyor, seninkini yalayıp geçiyor. Ben tam merkezine koyuyorum aşkı hayatımda, sen başka bir şeyin yerine koyuyorsun. ... Aşkı ve ahlakı tartıp durdun aylar boyunca. Gerekçelerini, savunularını, ithamlarını, infazlarını sıraladın; sanığı da savcısı da yargıcı da sen olan bir mahkemede yargılayıp durdun kendini defalarca. Hangi yanın haklı çıksa, bu davanın öbür yanında yara aldın. Çünkü ne yeteri kadar aşık ne de yeteri kadar ahlaklıydın. Oysa aşkın yeterince'si olmaz benim hiç olmamış sevgilim. O ya vardır ya yoktur. Hududu, temkini, itidali, tazmini olursa zaten aşk olmaz. Var olduğu müddetçe vardır o. Ve var olduğu müddetçe de tek biçimde tek hacimdedir. ... Bir yaranın acısını unutmak için gönlünde başka bir yaranın açılmasına razı geldin. Üstelik kendini bu yaraya da koşulsuz devredemedin, sürekli hesaplar yaptın. Aşk değildi bu. Aşk olsa hesap yapacak mecali kendinde bulamazdın. Bu kadar hesap yapmaya ne gerek vardı? Hepi topu aşk işte. Gelir, yaşanır ve günü gelince biterdi.

♥ Aşkı, yorumların, akletmenin öldürdüğünü kestiremeyecek kadar da cahildi üstelik.

# # Bir kenti en fazla ele veren şeyle, onun deniz tarafından görüntüsüyle karşılaşırken Settarhan' ın ilk fark ettiği, denizin içinden yükselen sarp kayalıklar üzerindeki kartal yuvasına benzeyen kaleydi. Hiç ara vermeden taraçalar halinde sahile kadar inip kıyıya dayanan, suyla arasına mesafe koymayan bu şehir ne Tebriz'e ne Tiflis'e ne de Bakü'ye benziyordu ama Batum'a benzediği gün gibi ortadaydı. Aynı denizin kıyısındaki bu iki şehirde de bulutlar tam bulut, yeşiller tam yeşil, maviler tam maviydi. ( ''bu sabah Trabzon''  yazımda dediğim gibi :) )
                                                     


# # Asmalıkahve'nin yolunu tuttu, sora sora Ortahisar mevkiindeki kahvehaneyi buldu. Ne garip! İran'da tartışmasız çayhaneydi bu mekanların ismi. Oysa burada çay, nicedir saltanatını kahveye kaptırmış olmalı ki çayhaneler kahvehane diye anılıyordu.
Hey gidi eski zamanın kahvehaneleri...

Kahvehane dünyanın mihveriydi ona göre. Gözünün önünden dünyanın neredeyse bütün insan numuneleri geçmişti ve o artık bir bakışta tanımayı öğrenmişti. (mihver, eksen demek.)

# Ah gözünü sevdiğimin denizi! İstanbul'da deniz bile yoktu, Boğaz dedikleri incecik, ufuksuz bir su! ( :) )

# # Şehzadeler taşrası Trabzon, yirmi iki ay kadar ağırladığı bu zoraki misafirinin (Rus askerlerini kast ediyor) anılarını yıllarca içinde tutacaktı. Sanki biraz daha kalsalar Trabzon'un çehresi bütün bütün değişecekti. Şark Meydanı'nda yepyeni, yüksek taş binalar yapılmış, Boztepe'ye tırmanmak üzere raylar döşenmişti ve Meydan'dan şehrin içine doğru kocaman, geniş bir cadde açılmıştı. Büyük caddenin şehri boydan boya yarması için dükkanlar, evler, küçük sokaklar, sokak aralarındaki küçük cami, mescid ve mektepler yerle bir edilmiş, şehrin Müslüman yüzü tarumar edilmişti. ... Mahalle ve sokak isimleri bile değişmişti. ... Arşivler de bu yangından nasibini almıştı. Kitaplar, el yazmaları, belgeler, gazete ve dergi külliyatları, tapu kayıtları, nüfus kayıt defterleri tümüyle elden geçirilmiş, işe yarayanlar sandık sandık Rusya'yı boylamıştı. Mahkeme kayıtları, valilik evrakı, polis tutanakları, mescid-vakıf, gümrükhane, liman, banka bilgileri belgeleri ise Temmuz 1917 yağmasında Rumlar tarafından tahrip edilmişti.  Hafızası yaralıydı bundan böyle bu şehrin. ''Kehkeşanı haraç mezat'' edilmişti çünkü, Unutkan değildi Trabzon ama gelecek kuşaklara hafıza-ı mazisinden fazla bir kayıt bırakamayacak olması, ol sebeptendi. Üstelik kendisini ahşap üzerine kurmaya alışkın Türk mahallelerinin fethi gören, Fatih, Kanuni, Yavuz tarafından görünen nesi varsa yanmış, bitmiş, kül olmuştu. Bu işgalde ahşap, en fazla yok edilen meta olmuştu çünkü.
Eski Trabzon' dan bir fotoğraf


Ω Niye ki bunca acı? Dünya imtihan yeriydi belli, bu da bir sınav, amenna. BU kadar sert sınanmak için ortada çok büyük bir aşkın olması gerekti; Allah' ın kuluna aşkı. Ne kadar çok sevildiğini mi bilmek istiyordu? Ve ki bunca sert bir sınavı da ancak kulun Allah'a duyduğu aşk, katlanılır kılabilirdi. Dünya cennet değildi evet; olsaydı, cennetin ne anlamı kalırdı?

Ω Şimdi buradan her şeyi önü ve arkasıyla bir arada görerek geriye doğru bakınca, zannetti ki bütün yaşadıkları, bütün hatırladıkları sadece onun belleğinde var olmuş gölgelerdi. Sadece ona gösterilen bir oyundu bütün bunlar; sadece onun atacağı adım, onun ne düşüneceği, neye gayret neye niyet edeceği görülsün diye. Sadece o sınansın diye.

Ω ''Farz edelim ki şu anda sen cehennem gibi bir hayatın içindesin. Ama cennetteki yanın, bir perde üzerinde seyreder gibi şu an seni seyrediyordur. Bu da sen. O da sen. Sen ondan habersiz ama o senden haberdar. Bu kadar, hepsi budur.''
''Acı çekmiyor mudur?''
''Çekmiyordur. Bilen acı çekmez çünkü.''
O ben'in bu ben'den haberi yoktu ama bu ben o ben'den haberdardı. Öyleyse bir yerlerde de bu ben'i seyreden başka bir ben vardı. Şu dünya alem dedikleri gölgelikte, gerçek gerçek içinde; gölge gölge üstüneydi. Her şeyin, gelip geçici bir gölge olduğuna iman etti. Haklıydı Hazret-i Mevlana, dünya bir ırmaktı, Biz bu ırmaktan dışarıdaydık aslında ve ırmağa düşen sadece gölgemizdi. Bir ırmağın üstüne düşmüş gölgeleri bir bir seçti.

Ω Bu acı olmasa perdeler bu kadar kalkmaz, gölgelerin yakini bu kadar aşikar olmazdı. Bir gün acıya şükredeceği; acının, hükümsüz kaldığı anda çiçek açacağı aklına gelmezdi. Dilinin ucunda durdu cümle, Bir an tereddüt etti sonra bırakıverdi. Acıyı yaratan Allah'a hamd etti. Geniş, gepgeniş, geçmişteki ve gelecekteki bütün darlıkları ihlal eden, hiç ummadığı kadar geniş bir nefes aldı. ''Allah'ım'' dedi, ''Hiçbir şeyim olmasa bile sana şu nefes için hamd olsun.''

Hem sadece bir kez görmek yetmez, iki kez görüşmeleri lazım, araya bir gecenin rüyası girmeli.

Böyle bir yorgunluğu ancak benzer yolları yürümüş olan anlar. Senin yorgunluğunu benim yorgunluğum,senin gördüklerini ancak benim gördüklerim siler. Gerisin geri birlikte yürürsek eğer o yollar haritadan silinip gider. Bütün işaret taşlarını iptal edebilir, bütün güzergahları ihlal edebiliriz. Bütün o sesleri, tatları, kokuları yok edebiliriz. İnkar etme kalbin mucizesini, yeter ki el ver.

Sen öyle çağırmasan ben böyle gelmezdim.
   Ben böyle çağırmasam sen öyle gelmezdin.

''Delilerin hepsi birbirine benzer ve birini tanımış olmak dünyanın her tarafında hepsini tanımaya yeter'' derdi annem, ''Meczuplara gelince, hepsinin hikayesi farklıdır.''

12 yorum:

  1. Eline sağlık, pek güzel yazmışsın. ''Alkış'' gönderiyorum sana, Allah Kargışlardan korusun...

    YanıtlaSil
  2. teşekkür ederim ve amin...

    YanıtlaSil
  3. kitabı yazacakmışsın nerdeyse ;)
    ama her satırı ayrı güzeldi haklısın

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. ''kitabı yazacakmışsın nerdeyse ;)'' birisinin bu yorumu yapmasını bekliyordum :) okuyup da beğenmeyen yoktur herhalde... sevgiler.

      Sil
    2. emeğinize sağlık...

      Sil
    3. teşekkür ederim :)

      Sil
  4. Ben de severek okudum bu kitabı.Yorumuma göz atmak isterseniz http://www.kitapsohbetcisi.com/2013/03/nar-agaci.html

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. yorumunuzu okudum. blogunuz yeni sanırım; hayırlı olsun.

      Sil
  5. Bu kitabı öyle severek okudum ki defaalrca bıkmadan okuyabilirim
    Sizde nerdeyse kitabi yazmışşınız gerçekten
    Keyif alarak okudum yayınızı
    Severek takip edicem sizi
    Sevgiler:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hoş geldiniz,
      Nazan Bekiroğlu bazı insanların ortak noktası ise, o insanları derinde birleştiren bir şeyler var demektir.

      Sevgiler benden :)

      Sil
  6. Kitapları bu kadar çok seven kişiler olduğunu görmekten mutlu oluyorum. İleride bir gün sizin kitaplarınızı okumamız dileklerimle

    YanıtlaSil

Gelsin Yorumlar: