26 Eylül 2013 Perşembe

''Fil ile Karınca'' Kitabı.... Vince Poscente


yeni bir kitapla daha karşınızdayım.
dolayısıyla bir kitabı daha bitirmiş olmanın mutluluğunu yaşıyorum.
lütfen lütfen lütfen bana dünyadaki bütün kitapları okuyup, beğendiğim yerlerin altını çizip, diğer insanlarla paylaşmak için çok çok çok fazla süre ve imkan verilsin. lütfen lütfen lütfen.

''fil ile karınca'' kapaktan da anladığınızı gibi, bir kişisel gelişim kitabı.
bunu duyunca içinizden bazılarının ''hiç sevmem kişisel gelişim kitaplarını; sıkıcı oluyorlar; hepsi aynı şeyi tekrarlıyor; ne varsa insanın kendisinde var.'' dediğini biliyorum.

aslına bakarsanız ne zaman elime bir kişisel gelişim kitabı alsam, her defasında ''çok fazla kişisel gelişim kitabı okudum. şimdi bunu okumama gerek var mı? sıkar mı beni? o kadar çok okudum ki yazar leb demeden ben leblebiyi anlar mıyım? bu kitabı aldığıma/okuduğuma/ayırdığım zamana değer mi?'' düşünceleri benim de zihnimden geçer.
ammaaa hiç de öyle olmaz.
dediğim gibi kitaplığımda çokça bu tarz kitap var; okunmuş olan veya okunmayı bekleyen veya da okunup başkasına hediye edilen. ve lakin hiç birini okuduğum için pişmanlığım, bunalmışlığım yoktur.

kişisel gelişim kitaplarımı sizlerle paylaşmayı çok istiyorum. hepsini biraraya toplayıp bir fotoğraf çekmek, sonra teker teker tanıtmak filan... böylece kitaplığımda da hepsi aynı yerde olmuş olacak.

bugünlük sizinle okuduğum ''fil ile karınca'' kitabını ve okunmayı bekleyen 2 adet kişisel gelişim kitabının sadece fotoğraflarını paylaşacağım. tez zamanda bitirebilmem dileklerimle.

lafı çok uzattım; gelelim yazımın sebebi ''fil ile karınca'' ya;
artık benim de içimde bir fil var ve adı ''elgo'' :)
onunla konuşuyorum. elgo' nun mutsuz olacağını hissedersem, beni istediğim yolda elgo ile mutlu edecek seçeneğe yöneliyorum. nasıl mı? inanın bunu cevabı, kitapta saklı.

kuzenimin hediyesi olan ''fil ile karınca''yı okurken bir ara dayanamayıp kuzenime cep tlfu mesajı yolladım: ''Adir (kitaptaki karınca), aynı ben!'' diye :)

bakın aşağıda kitabın ''içindekiler'' kısmını fotoğrafladım; çünkü başlıkları çok beğendim.
kendi not defterime bile bu başlıkları not alıp karşılarına notlar düştüm; gülücükler attım filan :)
bu ''içindekiler'' kısmını beğenme işi ilk kez '' Michel Ende' ye ait MOMO Kitabında '' başıma gelmişti.
''aaa bu benim!'' dediğim kısımlar ise '' Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer '' kitabında da vardı.


Amma ve Lakin, ''Fil ile Karınca'', bilinç-bilinçaltı kavramlarına öyle akılda kalıcı, kişinin kendi bilincini ve bilinçaltını anlamasına yardımcı olucu, öyle farklı, öyle ''bilinçlendirici'' ve farkındalık oluşturucu yaklaşıyor ki, benim gibi kitabın neredeyse her cümlesinin altını çizmek durumunda kalıyorsunuz.

aşağıda fotoğraflarını koyduğum kısımlar çok çok çok ufak notlar.
asıl vurucu mesajlar, çok bunaldığınızda kullanmayı öğrendiğiniz SOS cümleleri kitabın içinde çokça.

sıklıkla tekrarlanan özel durumlar var.
böylece okuyup beğendiğiniz ama ertesi gün unutma potansiyelinizin yüksek olduğu ama unutmamanız gereken yerler, sizin için size sunuluyor. yani bilinçaltınız destekleniyor.
tıpkı özellikle duyusal medyada, reklam veren şirketin tlf numarasının veya sloganının üstüste tekrarlanarak bilinçaltı düzeyinizden bilinç düzeyinize yükseltilmesi gibi...

çok mu konuştum? :)
kitap topu topu 141 sayfa ama emin olun, okumanız gerekir.
ya da şöyle söyleyeyim; eğer kendinizi yalnız, başarısız, istediği hedefe ulaşamıyor hissediyorsanız; amaçla aracı karıştırıyor, hedefinize doğru ilerlediğiniz yolda aklen-ruhen ve ne yazık ki madden geri dönüşler yaşıyorsanız, okumalısınız.

ben okuduğum için mutlu oldum.
teşekkür ederim kuzen :)

24 Eylül 2013 Salı

BENMİŞİM... ( SİYAHLI BEN)

Bu hafta sonu, sırası ile Giresun ve Ordu' daydım. Giresun' a, üniversiteden bir arkadaşımın düğünü için; Ordu' ya ise düğünün devamındaki eğlenceye arkadaşımın evinde devam etmek için gittim :) Üniversiteden çok sevdiğim iki kız arkadaşımın Ordu' da yaşadığını, diğer yazılarımdan biliyorsunuzdur.

Düğünde ne kadar şıkır şıkır giyinmişsem, makyaj yapmışsam; arkadaşımın evine girince bir hızla soyunup dökünüp, makyaj çıkarıp, rahat kıyafetlere bürünmem bir oldu.

Aşağıdaki fotoğraflar, evinde kaldığım arkadaşımın, ''Ayşeeee bir de siyah topuklu giydin mi, süper olacaksın! :)'' demesiyle ve akabinde işi iyice şebekliğe dökmemizle ortaya çıktı. Sonrasında ise fotoğrafları çok beğendik :D Pilates hocası gibi çıktım :D Ve ayrıca bu fotoğraflar, verdiğim kiloların resmidir! :) Accık daha kilo versem, daha iyi olacağı kanısındayım.

Bu arada fonda NEV' den ''BENMİŞİM'' şarkısı eşliğinde bakarsanız fotoğraflara sevinirim.


Sanırım blogumda ilk defa kendi fotoğraflarımı paylaşacağım. Hadi bakalım...

         

             

             

                


                                    


Son 3 fotoğraf ise ''takım elbise altına beyaz çorap giyen erkekler''e gitsin :D :D :D 

     

Not: Düğündeki şıkır şıkır halim de aşağıdadır; sağdan 3. yüm efen' im...

Bu iki güzel, genç insanı Rabbim mutlu etsin; yuvaları örnek, güzel bir yuva olsun İnşaAllah.


İçimde kaleler inşaa ettim kırılmamak adına 

Harcına gözyaşı döktüm daha da sağlam olsun diye 
Şimdi yarattığım zindanlarda ışıksızım 
Kaçtım kendime saklandım her küstüğümde 
Vazgeçtim aynalardan vakitsiz uykularda 
İnsan kendine rağmen yaşamayı bilmeli bazen 
Benmişim kendimden bir korkak yaratmışım 
Kendimi korurken en çok ben ürkütmüşüm 
Benmişim kendini savunurken en çok hançerleyen 
Bir meçhul olmuşum failim ben 
Ama beni bana küstüren beni bana kırdıran 
Kalpsizin hiç suçu yok mu? 
Kim demiş aşıklar hep mutlu olurlar diye 
Hesapsız seveceksin, canın ağzına gelse de 
Vururken yalnızlık yüzüne 
Sen pay edersin gönlünü onlarca hüzüne

23 Eylül 2013 Pazartesi

''Kötü Yol'' Kitabı (Orhan Kemal)

Kitap, Everest Yayınları' ndan çıkma ve 226 sayfa.
Söylememe gerek var mı bilmem ama tabi ki tam Türk filmi tadında bir kitap.



Hatta belki hatırlayanınız vardır. Geçen sene Kanal D' de bu kitabın dizisi yapılmıştı. Baş rollerde, çok beğendiğim İlker Aksum, Cansel Elçin ve -ayyy ayıp olacak ama kızın adını bilmiyorum :) - vardı. Hakikaten ayıp ya; bi dakka hemen bakıp dönüyorum.
.
.
Tamam, Şükran Ovalı imiş adı :)
Kızın adını bilmediğime bakmayın. Dizideki oyunculuğunu ve en son oynadığı ''Avrupa Avrupa'' dizisindeki komik şizofren kız canlandırmalarını çok beğenmiştim.



Kötü Yol dizisinden bir kare...

Kitabın arka kapak yazısı şöyle:
''İnsanı hayali kahramanlarla çevirmeden, zayıflıkları, güçsüzlükleri ile benimseyen ve olduğu gibi seven yazarların başında gelen O.Kemal, edebiyatımızda sıradan insanın yaşam kavgasını en iyi anlatan yazarların başında gelir. İnsanın yitirdiği onurunu yeniden kazanışını anlatan Kötü Yol, maceralı kurgusu ile de okurların ilgisini çekecek romanların başında geliyor.''


Samimiyetimle ve Sevgimle :)

20 Eylül 2013 Cuma

Memuriyete İlk Adım!..


Rabbim' in izni ve yardımıyla memuriyete ilk adımımı atmış bulunmaktayım.
Benim için ne keyifli bir gündü anlatamam!..
Enerjim zirvede, ağzım kulaklarıma varıyor, zihnim ve bilincim sonsuzluğa ve bilginin nirvanasına açık, gelsin bilgiler gitsin talimatlar,... vs! durumundaydım :))
Bildiğiniz üzere Gıda Mühendisiyim.
Mesleğime dair Türkiye şartlarında yaşanılanları, düşündüklerimi ve yakınmalarımı şu yazılarımda ( ''Serzeniş'' , ''Serzeniş 2'' , ''Gıda Mühendisleri...(!!!)'' , ''Başka Söze Gerek Var mı?!!!!!!'' , ''Teşekkür'' , ''Ne Yazsam Az...'' ) bulabilirsiniz.

Ve lakin bir kaç gün evvel -özel izinle- yapmış olduğum iki gıda firması ziyareti neticesinde mesleğimi çok sevdim!
Ben bu işin ala' sını yaparım yahu! dedim. Zira nezaketim gereği koruduğum suskunluğum sırasında beynimde bir sürü bilgi dönüyordu ve içimde ''bunu biliyorum! bunu da biliyorum! şunu eksik yapmışlar! aslında şu, şöyle olmalıydı!'' cümleleri fink atıyordu.

Bir tanıdığımın yakın zamanda dediği gibi: '' Sen, mesleğini sevmiyorsun. Peki mesleğine ne verdin?'' cümleleri, bizatihi vücut buldu o gün.

Aslında şunu gördüm: özel sektöre verdiğim 6 senemin sadece 5 ayını kapsayan ''gıda ürünleri imalatı'' sektörü çalışmalarımda kendime çok şey katmışım ve o ''çok şey'' şükürler olsun ki hala beynimin kıvrımlarında.

Şöyle ki, ziyaretine gittiğim firmanın gıda işleme dalı, 5 aylık tecrübe yaşadığım dal ile alakasızdı ama söz konusu olan ''gıda'' idi neticede!..

Bunlarla beraber 5,5 senemi verdiğim danışmanlık sektörünün de bana ne çok şey kattığını yine o iki ziyarette gördüm. İki firmanın da işlediği gıda ve dolayısıyla ortaya çıkardığı ürünler birbirinden farklı idi. Dolayısıyla prosesleri, makineleri, imalat yerleri de farklı idi ve ben resmen MEST OLDUM!!!! :))))

Sevmediğimi sandığım, bilmediğimi sandığım, yapamayacağımı düşündüğüm mesleğim meğer nasıl da içime işlemiş! 

Velhasılıkelam, zoraki gideceğimi sandığım KPSS (ve İNŞAALLAH YDS) kurslarına büyük bir zevkle, ümitle, sonucu ne olursa olsun gideceğim ve Rabbim'e (C.C.) sığınacağım. Gelecek ne varsa O' NDAN GELSİN; BAŞIM GÖZÜM ÜSTÜNE! Ben, üstüme düşeni yapayım da, yüzüm gülsün, gönlüm rahat olsun da, gerisini düşünmek bana mı kalmış???

SENİ SEVİYORUM RABBİM!
VE BİNLERCE KEZ HAMD-Ü SENALAR OLSUN Kİ SENİN DE BENİ SEVDİĞİNİ BİLİYORUM!
ÖNÜMDE ÖYLE GÜZEL KAPILAR AÇIYORSUN Kİ, MUTLULUK GÖZLERİMİ YAŞARTIYOR ve O KAPIDAN GİRMEMEK OLSA OLSA BENİM ÜZERİME SUÇ KALIYOR.
SENİ SEVİYORUM! :)

Dipnot: Radyo kanallarında dönen ve benim de her defasında eşlik ettiğim
''Güvenilir gıda demek, sağlıklı yaşam demek;
Yediğine içtiğine dikkat et, güvenilir gıda tüket.
Büyük küçük hepimiz, güvenilir gıda seçmeliyiz;
Yediğine içtiğine dikkat et, güvenilir gıda tüket.!!
          174 ALO GIDA HATTI''

jenerik müziği  aslında çok gıcığıma gidiyor! (sizinle paylaşmak için internette aradım ama bulamadım)
Evet müziği çok güzel; insana kendini dinlettiriyor da-söylettiriyor da ama her defasında yüksek sesle ''Acaba hangi gıda mühendisleri ile güvenilir gıdayı tespit ediyorlar???!!!!'' diyorum. Çünkü, gıda mühendisliğinden yapılan atama sayısı o kadar az ve dolayısı ile atanma puanlarımız o kadar yüksek ki!!!! Pardon ya unutuyordum; atamadıkları gıda mühendisleri yerine gıda fabrikalarını kontrole nasıl olsa ziraat mühendisleri, veterinerler(aynen öyle! veterinerler!), kimya mühendisleri ve hatta makine mühendisleri gider zaten. Bize ne hacet???!!!!!

Neyse, konuyu tatlıya bağlayıp kapatayım:

Somut olarak ilk adımımı attım; devamı gelecek elbet!

BEKLE BENİ GIDA, TARIM ve HAYVANCILIK BAKANLIĞI! GELİYORUM!!!! :))))))))

19 Eylül 2013 Perşembe

Akademik (Yüksek!!!) Hayata Geçiş :))) #tel örgü üzerinden#

Aman Allah' ım, günlerim nasıl yoğun, yorucu geçiyor anlatamam!
Özel sektörde çalışıyorken zamanın bu kadar hızlı geçtiğini hatırlamıyorum.
Yahu ev hayatının -bir müddet- müdavimi oldum ama bu ne ya, ne günümden bir şey anlıyorum ne de yapmak istediklerimi sırasıyla ve vakt-i zamanında yapabiliyorum! 
Yapmam gereken çok iş var çoooook ve yapacağım da çok iş var.
Elhamdülillah.
Hep böyle devam eder İnşaAllah!
Zira boş beleş geç günün bana bir yararı olamaz.
Üniversitede iken bana ''boş duramayan Ayşe'' derlerdi. Ders dinlerken bile bir şeylerle meşgul olurdum :)

Neyse, gelelim düne...
Kaç günün yoğunluğu-yorgunluğu-ne gündüz ne akşam ev dinlencesi yapamamam bünyeme ağır gelince, dün ''bugün evde olucam; şööyle bacaklarımı uzatıp kitap okuycam'' diyordum ki ALES Başvurumu internet üzerinden yapamadığımı; çünkü -yüzyüze!!!- başvurumun üzerinden 2 yıl geçmiş olduğunu hazin bir şekilde fark ettim. Böylece bana yine yollar göründü ama ne yollar! Evden, ''sadece ALES başvurusu yapacağım ve hemen eve döneceğim anneciğim.'' şeklindeki en hayırlı ve hanım hanımcık evlat nidasıyla ayrıldıktan tam 4 saat sonra eve girebildim...

Bu arada son 2 aydır yaptığım uzun mesafeli yürüyüşleri, hem iş yetiştirememek hem rahatsızlanmak sebepleriyle 1-2 haftadır yapamayınca, kendi kendime de üzülüyordum. Tamam sağa sola koşturuyorum, yoruluyorum ama bunların hiçbiri tempolu bir yürüyüşün yerini tutamaz diyordum kendi kendime -ki bunun da acısını dün -istemeden de olsa- çıkarmış oldum!

Şöyle ki;
Sonbahar dönemi ALES' inin son başvuru gününün 20 eylül olduğunu öğrenince, bundan sonraki bir kaç güm boyunca Trabzon' da olamayacağımı göz önünde bulundurunca, alelacele evden çıktım.
Üniversitedeki ÖSYM Bürosuna en kestirme hangi dolmuş ve yolla gidebileceğimi öğrenmek için arkadaşımı aradım; bilgimi aldım. Ya üst yoldan ya sahil yolundan gidecektim. Üst yoldan gidersem yürüme yolum olacaktı ama sahil yolundan gidersem direk kayıt yapılan binanın önünde inecektim. Tabi ki sahil yolunu tercih ettim. Şöföre de bir güzel tembihledim: ''Beni Yabancı Diller Binasının önünde bırakın.'' diye. Öyle de oldu. Şöför beni Yabancı Diller Binasının önünde ''ARAÇ ve YAYA TRAFİĞİNE KAPALIDIR!'' tabelasının tam önünde bıraktı!!! Eh be hemşerim, sevgili şöför kardeşim; bir insan neden Yabancı Diller Binasının önünde inmek ister??? Herhalde böyle metruk bir yer, buluşma yeri olamaz!.. Peki sen ki şöförsün ve bu yolların da öğrencilerin de bu binalara hangi dönemlerde hangi amaçlarla gelindiğinin de kurdusun; çoğu zaman gereksiz cümleler kurmayı pek seversin, bu kez de aynı gereksizliği bana gösterip ''İyi de abla - bak ''abla'' lafına bile razıyım! - o çevre kapalı, ne işin var orda?'' deme cüretini göstersene! Neyse... Anladığınız üzere böyle bir durum olmadı ve benim dolmuştan inmemle, başımdan aşağı kaynar sular dökülmesi bir oldu. Allahtan orada bulunan 2 gençten durum izahatı istedim ve sırıtarak verdikleri ''Burası kapalı; ya tel örgülerin, demir parmakların üzerinden atlayacaksın ya da 400 m. ilerideki C Kapısına kadar yürüyeceksin.'' yanıtına, ''Sizce ben burdan atlar mıyım?!'' dedim ve tabana kuvvet verdim. Şükür ki hava güzeldi, yürüyüş mekanım -arada yol olsa da- denize nazırdı ve zikirmatiğim de yanımdaydı; tabi fotoğraf makinemle beraber. Dilimde dua, elimde makine, aklımda ''Ben bi hoca olayım!......'' planlarıyla yola koyuldum.

Güzergahımın ön yani sol cenahı:



Güzergahımın sağ yani arka cenahı:


Güzergahımın en güzel yanı, kampüsün içine girdikten sonraki sağlı sollu ağaçlarla dolu olan yol oldu! 
Tam o esnada yağmur başlamaz mı ve benim yanımda şemsiye olmaz mı!.. Ama misssss gibi toprak-taş-ağaç kokusu her yanımı sardı. Yüzüme sinirsel bir gülümseme yayıldı :) ''Hadi bakalım Ayşegül; yanlış yerde in; hasta hasta bolca yürü; bir de üstüne ıslan; sonu ne olacak bu işin merak ediyorum :))) '' ciddi ciddi gülerek ve fotoğraflamaya devam ederek ve saatin 16' ya varmasına üzülerek ilerledim. Üzülmemin sebebi, çekilebilecek ööööyle güzel çiçekler-ağaçlar-deniz manzarası olmasına rağmen vakit ayıramamamdı. Kısacası, KTÜ Öğrencileri, kampüs açısından çok şanslı! Yakında da benden ötürü çok şanslı olacaklar! :)





Ve Elhamdülillah sağ salim binaya vardım :) Sabrımın sonu selametti ve hava, ümit veren, enerji veren, şükür duygusu ve mutluluk veren bir maviye ve ferahlığa döndü. Böyle bir kamppüste tabi ki hocalık yaparım; hem de en alasından!


Genç arkadaşların üzerinden atlamamı ön gördükleri parmaklıklar. Dikkat edin hocanız olmayayım! Olsam da sizi hatırlamayayım! ;)


Kayıt sonrası missss gibi bir hava.
Bekle beni geliyorum KTÜ!



Bekle beni, geliyorum merdivenler :(


Veee tabi ki dolmuş kuyruğu :)
Ne güzel di mi???
Oldum olası çok sevmişimdir üniversitelilerin dolmuş kuyruğunu!
Öğrenciyken de çok severdim! Her kıyafetten, düşünceden, laftan, tipten ''eleman'' bulunur bu kuyruklarda :)
Az kaldı yavrucuklarım; arabamla geçeceğim önünüzden ve ''Meydana giden varsa bırakabilirim arkadaşlar; ama sayıyı abartmayın.'' diyeceğim :)

Oh be, ne güzel bir yazı oldu bu! Bana çok iyi geldi :)
Sevgilerim benden yana, sizden yana :))

16 Eylül 2013 Pazartesi

Bikini Mevsimi...kitap...Sheila Roberts



Derin Kitap' tan çıkan, 
295 sayfadan oluşan, 
4 farklı kadının aşk-evlilik-yalnızlık-öz güven konularını ele alan 
Sheila Roberts' a ait, ''Bikini Mevsimi'' kitabı...

Bu 4 kadın olan Erin, Angela, Megan ve Kizzy' den biri olmasanız bile diğerinde mutlaka kendinizi buluyorsunuz. 
Mesela kitabın esas kızı olan Erin' da ve hayatında birebir kendi hayatımı gördüğümü söyleyebilirim. Yani nokta atışı tespitler yapılmış. 
Şöyle ki, kendi hayatımda yanıt bulamadığım bazı şeylere Erin ve ilişkisinde yanıt buldum.

Son derece samimi bir dille yazılmış; bir kadının evliliğini merak ederken bir sonraki bölümde bir diğerinin öz güven eksikliğini gidermeye yönelik taktiklerini okuyorsunuz ve aklınız, bir önceki bölümde yer alan evlilikle ilgili sorunda kalıyor.

Sonra öz güven eksikliğini tam giderecekken yeni evlenecek çiftin sorunlarına atlıyor bu kez ve ''ee bu kez de aklım Kizzy' de kaldı; öz güvenini tazeleyebilecek mi??'' diyorsunuz ve kitap böylece akıp gidiyor. 

Kitabın en arkasında  hepimizin yapabileceği tam 13 adet farklı yemek-tatlı-salata tarifi var.

Böyle anlattım ya sanmayın ki sırf kadınlara yönelik bir kitap!
Erkek arkadaşlara kesinlikle bu kitabı okumalarını ve ilişkilerine-evliliklerine-kadınlara bakışlarını güncellemelerini tavsiye ediyorum. ''Romantik Komedi'' tadında, keyiflik, hala tatile gitmediyseniz şezlongda okuyup rahatlamalık veya bir sonraki yaz tatiline saklamalık, gündelik hayata ara verip kafa dinlemelik bir kitap. Kesinlikle!

Sevgilerimle :)

12 Eylül 2013 Perşembe

12 EYLÜL BENİM DOĞUM GÜNÜM...

AN İTİBARİYLE DOĞUM GÜNÜME GİRMİŞ BULUNMAKTAYIZ.

İLK HEDİYEM, BAL GÖZLÜ ANNEMden geldi :)))




kış geliyor ya, ben bitki çaylarını da, siyah çayı da çok seviyorum ya, BİTANEM düşünmüş ve kaç zamandır kendime almayı düşündüğüm fincanlardan almış.
Hoş, annem bir şey almasaydı da, ONUN BENİM ANNEM OLMASI-YANIMDA OLMASI-BAL GÖZLERİNİN GÜLMESİ bana yeterdi...

~~~~ vakit geçti diye dert etmeyin; ilerleyen günlerde de hediye kabul ediyorum.
yani ayıp olma durumu yok; hediye yollamak isteyenlere mail adresim sonuna kadar açık :) ~~~~

AŞAĞIDAKİ ŞARKI DA KENDİME GELSİN.
TAAAA YILLAR ÖNCEMİN ŞARKISIDIR BU VE SÖZLERİ, BENİ ÇOK GÜZEL İFADE EDER.


Ismarlama aşklara tahammülüm yok artık 
Ya beni adam gibi sev ya da çek git yolumdan. 

Bir gülüş bir salınışsa tek verebildiğin, istemez. 
Tutku isterim ve delice sevmek! 
Bi coştumu dur durak bilmez bu yürek. 
Yüreğini isterim, yürek ister benle sevişmek 
Ya adam gibi ya da çek git! 

Her gün biraz daha zorlaşarak çıldırtmaksa niyetin 
Ama seviyorsan yeter ki; ki zaten yüreği ortaya koyduk, 
Tamam o zaman. 

Ben bi deli çocuğum, ama ısmarlama aşklara tahammülüm yok artık.

Ya adam gibi ya da çek git... 

Taş duvarlar, kara örtü ağrılı kalbim, 
Dile gelse zalım toprak söylese derdim. 
Dile gelse zalım toprak söylese derdim. 
Zerda yare bir sevdam var yolunu şaşmış 
Şaşmış ama deli olmamış yalan olmamış 
Şaşmış ama deli olmamış yalan olmamış 

Deli öfkem, kara sevdam; hangisi galip? 
Nerde gerçek, nerde yalan bilen söylesin.. 
Yalan diyen yalan olsun, yüzü gülmesin 
Zerda'm yerin yanım olsun, kimse bilmesin


5 Eylül 2013 Perşembe

Facebook Masalları...kitap...Emily Liebert


yukarıda gördüğünüz kitap Emily Liebert' in Facebook' un kurucusu Mark Zuckerberg' ten ilham alarak yazmış olduğu ''FACEBOOK MASALLARI-İNSANIN RUHUNA İLHAM VEREN MODERN ZAMAN MUCİZELERİ'' kitabı.

Adından da anlaşılacağı üzere, içeriğinde bir sürü GERÇEK ve İLHAM VEREN, İBRET OLAN hikaye bulunmakta.Bu hikayelerden bir tanesi beni çok etkilemişti ve hala aklıma geldikçe güç almamı sağlamaktadır. Su gibi akan, sayfaları ne zaman çevirdiğinizi anlayamadığınız bir kitap. 

Derin Kitap' ta basılan kitap 262 sayfadan oluşmakta.

Sevgilerimle :)

1 Eylül 2013 Pazar

Ayşe Arman' dan Okunası, Müthiş Bir Pazar Yazısı!..

herkese mutlu, güzel pazarlar!

eylül benim ayım ya, hızlı bir giriş yaparak, dün geceki 2 yazımın ardından bugün de yeni ve mutlaka okunması gereken bir yazı paylaşıyorum sizlerle.
yazı, gazeteci ayşe arman' ın hürriyet gazetesindeki bugün tarihli yazısı.
konu: ''koruyucu ailelik''
çok sürükleyici, keyiflendirici, hiç sıkmayan ama arada biz bayanlar için gözleri dolduran bir yazı.
hani bir kaç gün önce sizinle ''NEDEN KORUYUCU AİLE OLMAYALIM?'' 
başlıklı bir yazı paylaşmıştım ya, bugün de bu yazıya sürpriz bir şekilde denk gelince(Ayşe Arman yazılarını hiç takip etmem); ben Ayşe-gazeteci Ayşe-yazıda geçen bir Ayşe daha ile karşılaşınca ''tamam!'' dedim. ''ayşe(gül) ileride böyle bir güzellik mutlaka yapacaksın!''
zaten gidişatım da ancak bu yolla bebek sahibi olabileceğimi gösteriyor ;)
şaka bir yana, tabi ki gaybı Rabbim(C.C.) bilir, lakin kendi genimden bir çocuğum olsa bile Rabbim(C.C.) bana İnşaAllah, aşağıda hikayesi anlatılan Çilek Bebek gibi bir bebeğe ''koruyucu aile'' olmamı nasip eder!
kaldı ki bir şey söyleyeyim mi? Çilek Bebek' in koruyucu annesi olan gazeteci Mutlu Tönbekici, olaya öyle güzel kader-nasip-inanç-mevcut durumdan memnun olmak ve mevcut durumu sonuna kadar olumluya çevirmek-koruyucu ailenin bebeğe değil belki de bebeğin koruyucu aileye destek olacağı-geleceği kimsenin bilemeyeceği konularına öyle güzel yaklaşmış ki, inanın ben inançlı zannettiğim kendimden utandım.

sözü daha fazla uzatmayayım ve sizi aşağıdaki keyifli yazı ile başbaşa bırakayım:



İşte Mutlu'nun dünyalar güzeli Çilek bebeği!

Gazeteci Mutlu Tönbekici, 8 hafta önce olağanüstü bir şey yaptı ve 5 aylık bir bebeğin ‘koruyucu annesi’ oldu.

Arnavutköy’de küçücük, kutu gibi ama içine girdikçe büyüyen, kat, kat sürprizli bir ev. Kapıyı çalıyorum, Mutlu karşımda. “Nerede?” diyorum. Ölüyorum bebeğini görmek için. “Gel” diyor “Uyuyor!” O da ne! O sırada Piti gözlerini açıyor. Aman Allah’ım, zeytin gözlü bir bebek. Nasıl güzel. Allah nazarlardan saklasın, gerçekten çok güzel. Yeni uyandı ve ağlamıyor, meraklı meraklı etrafa bakıyor. Bu, çok alışık olduğum bir şey değil. Ağlar yeni uyanan bebekler, çiş yapmıştır, acıkmıştır, bu aksine gülüyor, çok tatlı utangaç bir gülümsemesi var. Sen bir gül, o sana bin gülsün! Nasıl yemelik bir şey! Hemen kucağıma alıyorum. Oy oy oy, gulu gulu gulu, gibi abuk subuk sesler çıkarıyorum. Haz sesleri. Ona maymunluk yapıyorum, daha da güldürmeye çalışıyorum. Piti, kolay acıkmıyor, susamıyor, vızıldamıyor, söylenmiyor, şikâyet etmiyor, yatağından sana yalvaran gözlerle bakıp, “Beni al yapmıyor”, eline Sophie filini alıp kemiriyor, etrafa akıllı akıllı bakıyor, kendi kendine yetiyor. Annesi mama verince, ‘cof cof cof’ yiyor, ama “Nerede benim mamam?” diye kendini yırtarcasına ağlamıyor. Survivor bir bebek. Çocuk yuvalarındaki o diğer bebekler de bu kadar antrenmanlı mı hayata karşı bilmiyorum ama içim buruluyor bunları gözlemleyince… Fakat sonra Mutlu’nun ona nasıl şahane bir anne olduğunu görünce, o bütün hüzün bulutları dağılıyor. Mutlu rahat, zannedersin 11 çocuk yetiştirmiş, acayip becerikli, ki öyle bir tipi yok. Ama kadının içinden çok tatlı bir anne çıkmış. Pratik anne, rahat anne, Piti’yle de o güzel mavi evde, süper bir düzen oturtmuşlar. Mutlu ve Piti’nin şahane bir ana-kız olacaklarını biliyorum. Mutlu, kendi gibi, deli, vicdanlı, merhametli, yaratıcı, zeki ve nev’i şahsına münhasır bir kız yetiştirecektir...
Mutluuuuu! Müthiş bir şey yaptın ve ‘koruyucu anne’ oldun. Hadi anlat: Ağır basan, anne olma duygusu muydu? Yoksa bir bebeğin hayatına yardımcı olmak, hatta kurtarmak mı?
- ‘Kurtarma fikri’ni sevmiyorum ben. Çok kibirli geliyor. Ben kimim ki, birini kurtarıyorum? Belki de bu tatlı şey, benim hayatımı kurtaracak? ‘Talih’ dediğin, nerede, nasıl döner hiçbirimiz bilmiyoruz. Dolayısıyla, kim, kimin hayatını kurtarır bir tek Allah bilir!
İYİ Kİ AYŞE VAR
Çok haklısın. Ama hâlâ çocuk yapabilecek bir kadın, ‘koruyucu anne’ oluyorsa, bunun da bir sebebi olması lazım…
- İtiraf ediyorum, genini devam ettirmek isteyeceğim bir erkeğe denk gelmedim. Geldiysem de, o bana denk gelmedi! “İlla kendi kopyamı yapayım” diyecek kadar kendime âşık da değilim. Zaten çocukların, ebeveynlerinin kopyaları olmadığını görüyoruz. Aslında önce, bu ev vardı…
Nasıl yani?
- Hepimiz güzel bir evimiz olsun hayal ederiz ya, ben de ettim. Ve o evi buldum. Binbir zorlukla satın aldım. İçini yıktım, yeniden yaptım. Herkes önce çocuk yapar, sonra hayatını düzenler, bakıcı filan bulur ya, bende tam tersi oldu. Hayatımda Ayşe vardı. Hâlâ var. İyi ki de var.
KOCAYI BOŞVER!
Ayşe kim?- Gündelikçim. Bana temizliğe geliyor. Çok derin ve gerçek bir ilişki var aramızda. Ayşe, benim arkadaşım. Bayağı dostum. Onun Artvin’deki köyüne gidip geliyorum filan. Harika bir insan. Ailem oldu Ayşe. Çok yardım etti bana. Evi bitirdik. Bir gün oturmuş, birlikte kahve içiyoruz, “Ya Mutlu” dedi. “Bu ev bitti. Her şeyi güzel oldu. Ama bir şeyi eksik. Neyi biliyor musun?” Baktım suratına, “Kocası mı?” dedim, “Yok ya! Ne kocası. Kocayı boş ver. Bebeği eksik, bebeği!” dedi.
Ne güzel! Ayşe bayağı ‘bilge kadın’…
- Hem de nasıl! Dünya tatlısıdır, üç çocuğu var. Eğitimi pek yok ama hayat bilgisi tavan. Sezgileri kuvvetli, hayatı tuhaf bir kavrayışı var ve isabetli tespitleri…
Bu konuşma ne zaman geçti aranızda?
- Nevruz’du. Kürt-Türk barışı olmuştu. Benim de içimde bir güneş doğmuştu. “Türkiye’ye barış geldi” diye bir vehme kapılmıştım: “Artık bu ülkede yaşanır. Her köşesine gidilir. Ölümler olmayacak. Çok güzel olacak her şey. Haklısın, bu ülkede artık çocuk bile yetiştirilir!” dedim.
ÇARESİZLİK DEĞİL  
Sen, biyolojik olarak anne olmayı denedin de vaz mı geçtin?
- Şu âna kadar çocuğunu doğurmayı düşünebileceğim bir kişi oldu. Ama onunla da adam gibi ilişkimiz olamadı, denemeler de sonuç vermedi. Sonra ben de vazgeçtim. Hamile kalayım diye tırmalamıyordum. Yani şu şahane bebek, bir ‘çaresizlik bebeği’ değil. “Mutlu her şeyi denedi, olmadı. O da gitti çocuk esirgemeden bebek aldı” değil, böyle anlaşılsın istemem.
MASRAFSIZ BEBEK
Manyak mısın niye öyle anlaşılsın! Ayşe kafana girdi yani… - Evet. Karşımda oturuyor ve bana, “Bu evin ve senin eksiğin bir bebek. Neden bir bebek yok? Neden olmasın?” diye soruyor. Son derece basit bir soru. Aslında Ayşe temel bir hayat bilgisinden, felsefesinden söz ediyor. Düşündüm ve ona hak verdim. Bu durumda insanın önünde birkaç seçenek oluyor: Gidip binlerce lira para verip, sperm bankasından sperm alıp, hamile kalabilirsin. Ama bu fikir beni açmadı. Tabii ki herkesin kendi tercihi ama bana uymadı. Bırak sperm bankalarına para bayılmayı, insanlar kendi eşlerinden çocuk yapabilmek için evlerini, arabalarını satıyorlar. Tüp bebek yapabilmek için sekiz kere filan deniyorlar. Neymiş? Kendi genlerinden olsun diye bebek. Oysa, o yuvalarda binlerce sahipsiz bebek var. Ben o gece internete girdim. Ve iki ayda, üstelik hiç masrafsız şahane bir bebeğim oldu!
ZAMANI ŞİMDİYDİ
Madem bu kadar açık konuşuyoruz. Hiç şöyle bir şey geçmiyor mu aklından: “Keşke başka kadınlar gibi bu bebek kararını erken verseydim, şu anda 3-4 çocuğum olurdu…”
- Hayır geçmiyor. Tamam kadının biyolojik saati işliyor ama ona yetişmek her zaman kolay olmuyor. Demek ki zamanı o zaman değil, şimdiymiş…
TAHTALARA VUR
Peki birilerine danıştın mı? Fikir aldın mı?- Yok, kimseye danışmadım. Kararımı verdim, gittim ve başvurdum. Hatta vazgeçmeyeyim diye bunu gazeteye de yazdım, “Yarın gidip başvuruyorum” diye.
Peki “Bu sorumluluğun altından nasıl kalkarım?” diye bir fikir geçmedi mi hiç aklından? Hiç mi korkmadın?- Şimdi bir şey söyleyeceğim kızacak insanlar. Ne var ki bebek büyütmekte? Bunun annelerin, kendi kendine yarattığı bir efsane olduğunu düşünüyorum. Tamam giderek büyüyecek, belki istekleri, problemleri artacak ama sen de kendini buna hazırlıyorsun. Şimdi günde beş kere altını değiştiriyorsun o kadar. Allah aşkına, bu mu zorluk? Kim bilir belki de dünyanın en sorunsuz bebeğiyle yaşadığım için böyle söylüyorumdur. Tahtalara vur, gazı yok, geceleri rahat uyuyor, ağlamıyor, sürekli gülüyor, çok huzurlu, çok tatlı. Allah gönlüme göre verdi.
KÜT DİYE!
Temel dürtünün ne olduğunu biliyor musun?
- Hayır. Yapayalnız kalmamak mı, yalnız ölmemek mi… Bunları düşünmedim. İnsanlar çocuk doğurmaya nasıl küt diye karar veriyorsa, çocuk almak da öyle bir şey. Hiçbir farkı yok, küt diye atlıyorsun denize…
SİSTEM HIZLI İŞLİYOR
Bürokrasiyle çok boğuştun mu?
- Hayır hiç. Çünkü Aile Bakanlığı ve Sosyal Hizmetler bu konuyu hakikaten çok güzel organize etmişler. Beni de şaşırttı. Her şey çok hızlı işliyor. Ben nereye başvurulması gerektiğini bile bilmiyordum. İnternetten öğrendim. Cağaloğlu’nda Sosyal Hizmetler varmış. Cicilerimi giydim, sabahın köründe gittim. “Evlat edinmek istiyorum” dedim. Kapıdakiler beni bürolardan birine yönlendirdi. Biraz talihsiz bir başlangıç oldu aslında. O büroda sevimsiz bir kız vardı, “Aaa, siz mi evlat edineceksiniz?” dedi, “Evet” dedim. “Koşulları biliyor musunuz?” dedi. “Evet, okudum” dedim. “Kaç yaşındasınız? dedi “43” dedim. “Ha ama evlat ile evlat edinenin arasındaki yaş farkının maksimum 40 olması gerekiyor. Sizin evlat edinebileceğiniz çocuk şu an üç yaşında. Birkaç yıl da haliyle beklemeniz gerekecek, çocuk olacak beş. Ama tabii ensest mağduru ya da engelli isterseniz, aradaki yaş farkının önemi kalmıyor” dedi. Beni delirten, çıldırtan bir konuşma yaptık. Zırlaya zırlaya çıktım oradan. “Bu ne ya!” dedim. Ne demek ensest mağduru, ne demek engelli? Böyle mi söylenir bu? Ve olanları ertesi gün gazeteye yazdım. Bunun üzerine Sosyal Hizmetler’den telefon ettiler. “Bir stajyere denk gelmişsiniz, tekrar gelin, sizi doğru bilgilendirelim” dediler. Yine gittim. Bu sefer, hakikaten daha ciddi, daha işini bilen insanlar vardı karşımda…
O 40 yaş meselesi doğru değil miymiş?
- Doğru. Evlatla, evlat edinen arasında maksimum 40 yaş olması gerekiyor. Dolayısıyla 43’sen en küçük üç yaşında bir çocuk alabiliyorsun. Fakat dediler ki, “Koruyucu aile diye bir başka opsiyonel çözüm var…”
TAM 14 BİN ÇOCUK
Neymiş?
- Yuvalarda 14 bin çocuk var. Bunların büyük bölümü aileleri tarafından terk edilmiş çocuklar. Bir daha da dönüp bakmıyorlar…
Peki evlat edinmekle, koruyucu aile olmak arasında ne fark var?
- Evlat edindiğin zaman, tamamen senin nüfusuna geçiyor. İstersen ona gerçeği söyle, istemezsen söyleme. Soyadınız aynı oluyor. Koruyucu ailelikteyse; çocuk, biyolojik ailesinin soyadını taşımaya devam ediyor. Ve mutlaka biyolojik ailesinin farkında olacak. Zamanı gelince sen söylüyorsun. Ya da kurum söylüyor. Zaten kurum, 3-4 ayda bir geliyor, sizi ziyaret ediyor. Koruyucu ailelikte, biyolojik aile, isterlerse çocukla görüşebiliyor da. İkisinin yasal statüsü farklı. Devletle aranda bir kontrat oluyor. Çocukla ilgili tasarruflarında devletle uzlaşman gerekiyor. Ama seninle yaşıyor, senin bebeğin...
Kendi ailesi çıkıp geri istemezse, hep seninle yaşayacak yani… Öyle mi?
- Tabii, tabii. 18 yaşına kadar ailesi, “Evlatlık verilmesine bir itirazım yoktur” derse, onu evlat da edinebilirim. 18 yaşından sonra zaten sorun yok, reşit oluyor.
Peki aileler neden çocuklarını yuvaya bırakıyor ama onların üzerindeki haklarından tamamen vazgeçmiyorlar. Zaten büyütmüyorlar…
- Bilsem sebebini. “Belki bir gün alırım” umuduyla tamamen vazgeçmek istemiyorlar. ‘Evlatlık verilebilir’ kâğıdını imzalamıyorlar. O yüzden de evlat edinilebilecek çocuk sayısı daha az. Ama koruyucu ailelere verilmeye hazır tam 14 bin çocuk var. Eskiden, “Koruyucu aileye verelim mi?” dendiğinde, ona da “Hayır” derlermiş. “Ben bakamıyorum ama başkası da bakmasın!” gibi tuhaf bir mantık. Allah’tan şimdi değişmiş biraz. Bu arada aileler, terk ettikleri bebeklerinin koruyucu ailelere verildiğini bilmiyor. Onlara söylenmiyor. Çünkü itiraz ediyorlar.
ÇOK MUTLUYUM
Senin bebeğinin biyolojik annesi, onun sende olduğunu bilmiyor yani…
- Hayır.
Hangi yuvada olduğunu biliyor mu? 
- Onu biliyor.
Görmek isterse…
- Bana haber veriyorlar, gidip götürüyorum, benden bağımsız görüşüyorlar. Sonra tekrar birlikte eve dönüyoruz. Ama böyle bir şey olmadı, hiç olmayabilir de. Bunlar sadece uyman gereken şartlar…
Peki “Ya ben bebeğe deliler gibi bağlanmışken, biyolojik ailesi çıkar gelir de, çocuğumuzu geri istiyoruz derse, ben mahvolurum” diye düşünceler geçmedi mi aklından? 
- Binde bir oluyor. Başıma geleceğini de düşünmüyorum. Olumlu düşünüyorum ben hep. Bir de şöyle bir durum var: Eşya satın almıyoruz. Bir mal değil bu. Ev değil. “Sonradan elimizden alabilirler” kaygısı duymamamız gerekiyor, çünkü söz konusu olan bir insan. Zaten ancak bebeği görmeden, kucağına almadan önce geçebilir aklından bu tür şeyler. Ama onu kucağına aldıktan sonra bitti, hiç böyle endişelerin kalmıyor. Bir de sağladığın faydayı düşün. Benim ona verdiğim sevgi, ona biraz olsun iyi gelmişse, başka ne isterim!
Peki biyolojik aile geri almak isterse, devlet küt diye onlara veriyor mu?
- Hayır, hayır. Bu sefer de onların koşulları değerlendiriliyor. Çocuk bakmaya ne kadar uygunlar? Nasıl bir eğitim verecekler? Hangi aile çocuk için daha uygun? Kısacası, çocuğun yüksek menfaatleri gözetiliyor. Aslında tuhaf bir şey, bir sürü şeyi önceden öngöremiyorsun. Sanki devletle bir anlaşma yapıyorsun. Ama aslında o da değil, senin yaptığın sözleşme kaderle! Hayatım boyunca yaptığım en iyi şeydi, henüz 8 hafta oldu ama kızım ve ben çok mutluyuz…
ERKEKLER KENDİ GENLERİNDEN OLSUN İSTİYORLAR
Dilekçeni verdin ‘koruyucu aile’ olmayı kabul ettin. Sonra?
- Birtakım evraklar istiyorlar. Maaş bordron, hastaneden ‘sağlıklıdır’ raporu, Sicil kaydın, varsa tapuların bir de beş referans. Çok hızlı oluyor bunlar. Prosedür başlıyor, ben zannettim ki birkaç ay sürer, yok hemen çağırdılar beni ama sağlık durumum uygun değildi. Bacağımı kırmıştım. Bir ay sonra gidebildim yoksa daha erken kavuşacaktık birbirimize.
Ee, gittin ne oldu?- Üç dosya koydular önüme. 1,5 yaşlarında bir kızın ve yine 1.5 yaşında bir oğlanın dosyası. Bir de arada bizimki. 6 aylık prematüre bir bebekçik…
Ne yazıyordu dosyasında? Geçmişini öğrenebiliyor musun?
- Tabii. Okuyabiliyorsun. Neden yuvaya bırakılmış? Ailesi nereli, sosyal statüleri, medeni halleri vs vs. “Mümkünse bu bebeği görmek istiyorum” dedim. “Şu yuvada, yarın gidip görebilirsiniz” dediler. Gittim…
UFACIK BİR ŞEYDİ
Bu kadar güzel miydi ilk gördüğünde?

- Hayır. Hiç değildi. Prematüre bebekti, izleri vardı. Bir eli ağzında ufacık, ufacık bir şeydi. Elime verdiler hiçbir şey almamış gibi oldum. Yok ağırlık…
Alıp almayacağına o anda mı karar veriyorsun?
- Evet. Çünkü mekanizma şu: Reddede, reddede ilerliyorsun. “Bu olmaz!” dersen eğer, onun dosyası senin için sonsuza kadar kapanıyor. Dolayısıyla, “Üç çocuk göreyim” de, karpuz seçer gibi, “Bu olsun!” diyemiyorsun. Bunu da zaten doğru bulmuyorum. Hatta, kötü buluyorum. İnsan ne doğuracağını da bilmiyor, bu da onun gibi. Çocuk işlerinde kısmete inanmamak büyük bir aptallık olur.
Peki ‘kısmet’in karşısında duruyordu, ne yaptın?- Bakıştık uzun uzun. Sarıldım ona, kokladım. “Tamam!” dedim, “Kararımı verdim, bu bebek.” Ve eve döndüm. Yol boyunca ağladım. Evde de bütün gece ağladım. (Ağlamaya başlıyor...) İşte o gece anladım hayatımın değiştiğini. Daha önce anlamıyorsun aslında. Bazı kadınlar hamile kalmak ister, deli gibi çocuk istermiş gibi görünür ama hamile kalınca da gidip aldırırlar ya, bir türlü o eşiği geçemezler. O gece de, benim için, hamile olduğumu öğrenmek gibiydi. Ya o yola girecektim ya da biliyordum ki, o eşiği aşamazsam, ikinci ya da üçüncü dosyanın hiçbir önemi olmayacaktı. “Ertesi gün tekrar gel” dediler, yine gittim, bu sefer bütün gün beraber olduk. Uyandırdım, mamasını verdim, altını değiştirdim. (Ağlıyor.) Kucağımda birilerine muhtaç zavallı bir bebek vardı. Orada diğer bebekleri de görüyorsun. Bir sürü, terk edilmiş bebek. Yataklarının içinde, bilmem kaç yaşına kadar aynı tavanın, aynı çatlağına bakarak orada olacaklar. O kadar üzücü, o kadar iç yaralayıcı ki. Üçer beşer eve götürüp, onlara aile olmak istiyorsun. O gün de cumaydı ve dediler ki, “İçine sindiyse al git!” “Nasıl yani?” dedim. Evde bebek yatağı yok, mama yok, hiçbir şey yok. Ama “Tamam” dedim. Attım arabanın arkasına, geldik eve…
Eve gelince peki…- Allah’tan yolda arkadaşlarıma haber verdim. İclal’e (Aydın) “Bebeği verdiler. Evde ona bir teşkilat kurmam lazım. Çocuğunun eskisi varsa getirir misin?” dedim. Asla unutamam yaptığı iyiliği. Yatağından eşyasına kadar her şeyi yepyeni alıp geldi. Aynı şekilde Zeynep’in ve Neslihan’ın da iyiliklerini unutamam.
KADINLARIN İYİLİĞİ
Şahaneymiş. Eve geldikten sonra, “Ben şimdi ne yapacağım?” diye korkmadın mı?- Yok. Büyük bir merhamet okyanusuna girmiştim, hatta boğuluyordum. Ama bebeği alıp eve geldikten sonra durum değişti. O zaman sorumlu ve titiz bir bakıcı haline geldim. Mama yedirmek için saati kurup, iki saatte bir kalkıyordum. Çünkü yuvada her şey sistemli olduğu için buna alışmış. Bu Bayan Rotenmayer bakıcı halimden kurtulmam, aşağı yukarı bir haftamı aldı. Bir hafta sonra, “Bir dakika ya! Senin bu çocukla başka bir ilişki kurman lazım, sen hemşire değilsin ki!” dedim, “Sen bu çocuğun annesi olacaksın!”
Ve ne yaptın?
- Soydum yatağa attım, onu kahkahalarla güldürünceye kadar mıncıkladım, öptüm. Ayağının altını, kollarını, göbeğini… İlk aylarını yuvada geçiren çocuklar farklı oluyor galiba, başta kucağa alınmaya alışkın değildi, hatta yadırgıyordu, çok tuhaf, yalnız kalmak istiyordu. Ağlamıyordu bile. Öylece gözlerini dikip bakıyordu. Şimdi daha farklı, iki ayda değişti, serpildi, kilo aldı. Sürekli gülüyor…
Ne diye çağırıyorsun onu?
- Nüfus kâğıdındaki ismi başka ama ben “Piti” diyorum. Tüm ailelerde bebek severken kullanılan kelimeler vardır ya, “Piti” de öyle. Ama ‘sahne ismi’ “Çilek”, yazılarımda ‘Çilek bebek’ diye geçiyor.
Var mı bilmiyorum ama hayatında bir adam olsaydı “Evet” der miydi Piti’yi almana? 
- Demezdi. Ama yine de alırdım. Adamla değil, Piti’yle devam ederdim yola…
Kadınlar daha mı cesur?- Cesaret meselesinden ziyade, erkekler çocuk istemiyorlar. Olursa da kendi genlerinden olsun istiyorlar. Onlar, kendi genlerini çoğaltmak istiyorlar. Bu konuda bana en çok gelen şikâyetlerden biri, “İstiyorum ama kocamı ikna edemiyorum…”
Bakım sürecinde en çok ne zorluyor?- Mesaisi sabah beşte başlıyor. O konuda anlaşma yapmaya çalışıyoruz. 5’te kalkmaya eyvallah da ama sonra bıraksın sekize, dokuza kadar uyuyalım... Şaka bir yana, geceleri hiç uyumayan bebekler var, kolitli bebekler var, gerçekten dünyanın en şanslı kadınlarından biriyim. Sıfır sorunlu bir bebek. Güler yüzlü, yabancılık hissi yok, iştahlı. Gezip tozuyoruz da birlikte…
Nerelere gidiyorsunuz?- Valla, yazın araba seyahatine çıktık. Alaçatı, Şirince, Kuşadası...
Seyahatte ikiniz yalnız mıydınız?- Eski erkek arkadaşım Özgür de vardı. Biz artık birlikte değiliz ama Özgür onun babası. Yani oldu. Çok seviyor Piti’yi. Hatta bayılıyor. Büyüyünce Piti ona, “Baba” diyecek. Yakın oturuyor Özgür. Düzenli görmeye geliyor…
Nasıl bir gelecek hayal ediyorsun?
- O kadar heyecanlıyım ki, sadece şu ânı yaşıyorum. Zaman durdu benim için. Sadece o ve ben varız. Artık herhangi başka bir şeyle ilgilenmeyi de reddediyorum. Hiçbir şey de bilmiyorum. Televizyonu açmıyorum, eve gazete almıyorum. Sadece bebeğime bakıyorum. Bu da bana çok iyi geliyor.
BENİM, BENİM, BENİM!” DEMİYORUM
İnsan sevdiği adamı da kıskanır ya elinde olmadan, senin de bebeğini bir başkasından kıskandığın oluyor mu?- Yok ya. Şimdi tuhaf gelecek ama kimseden kıskandığım falan yok. Çünkü bir taraftan da Piti’yi sadece kendime almadım, bu bebeği, bu topluma aldım. Biliyorum söylediğim laf biraz acayip ama ben onu o yuvadan alıp, herkese açtım. Böyle hissediyorum. Dolayısıyla bakıcı ablayı kıskanmayı bırak, tam tersine, herkes kucağına alsın, herkes beslesin ve herkes bu çocukla bir bağ kursun. Hiç kimsesizlikten geldi, çok büyük bir sülaleye sahip olsun! Belki de bu yüzden obsesif bir şekilde, “Benim, benim, benim!” demiyorum. Piti, herkesin çocuğu, herkesin yeğeni, herkesin kız kardeşi olsun istiyorum. Sen de Ayşe Halası ol mesela!
Oldum. Bayıldım ben ona…
- ‘Babysitter’lığa beklerim ona göre!
Fotoğraf: Fethi KARADUMAN